“Berat” Arapça “berâe-berâet” kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir.

Bunun aslı “be-ra-e” fiilidir.

Bu da sözlükte; yaratmak, hasta iyilişmek, borç veya ayıptan kurtulmak, beri olmak, uzaklaşmak, tiksinti veren şeyden kurtulmak, bir şeyin yakınında bulunmaktan hoşlanmamak, beri olmak” demektir.

Mesela Araplar; “bera’tü’l-mariza-hastalıktan kurtuldum”, “bera’tü min fülan-falancadan kurtuldum” derler. (el-Cevherî, İsmail b. H. es-Sıhah, 1/41. el-İsfehânî, R. el-Müfredât, s:59)

“Berie” aynı zamanda bir borç veya ayıptan kurtulma, temize çıkarma demektir.  

Bunun if’al kalıbından gelen “ebrae” ise, şifa vermek, iyileştirmek, kurtarmak, beri kılmak, temize çıkarmak anlamındadır. “ebrae’tuhu min kezâ-onu şöyle bir şeyden kurtardım” denilir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/46-48. el-İsfehânî, R. el-Müfredât, s:59)

Bunun tef’ıl kalıbından gelen “berrae”; töhmetten temize çıkarmak, beri etmek, uzaklaştırmak, beratına hükmetmek demektir.

“berae” ve bundan türeyen fiiller Kur’an’da dokuz yerde geçiyor. Birincisi hz. Yûsufla ilgili bir pasajda.

*Olayı hatırlayalım. Yûsuf zamanında mısır hükümdarı bir rüya görür. Rüyasını kimse yorumlayamaz. Adamlarından biri hz. Yûsuf’u hatırlar. Zira zindanda iken onun rüyasını tabir etmiş ve onun zindandan çıkıp eski işinin yapmaya devam edeceğini söylemişti.  Doğruca zindana gider ve hz. Yûsuf’tan kralın yorumunu öğrenip geri döner.

“(Yorum ona ulaşınca hükümdar): «Onu bana getirin!» dedi. Elçi, Yûsuf'a geldiği zaman, (Yûsuf)  dedi ki: «Efendine dön de ona: Ellerini kesen o kadınların zoru neydi? diye sor. Şüphesiz benim Rabbim onların hilesini çok iyi bilir.» (Yûsuf 12/50)

Belli ki Yûsuf (as) kadınların üzerine atmaya çalıştıkları iftiradan temizlenmek, bunun saray kadınlarının bir hilesi olduğunu kendi itiraflarıyla krala ve vezire göstermek istiyordu. Hükümdar Yûsufun bu haklı isteğini ele aldı. Bu âyetle bir sonraki âyet arasında olan boşlukta bir mahkemenin kurulduğunu, vezirin karısının ve onunla birlikte olan diğer saray kadınlarının hesap vermek üzere kralın huzuruna getirildiğini anlıyoruz.

“(Kral kadınlara)  dedi ki: Yûsuf'un nefsinden murat almak istediğiniz zaman durumunuz neydi? Kadınlar, Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik, dediler. Azizin karısı da dedi ki: «Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz ki o doğru söyleyenlerdendir.» (Yûsuf 12/51)

Vezirin karısı kesin bir dille itiraf etti ki Yûsuf’tan murat almak isteyen, ailesine ve kocasına ihanet eden kendisi idi. Yûsuf ise tertemizdi, böyle bir hatayı yapmaktan uzaktı. Kendisinin ve efendisini ırzını ve şerefini kirletmemişti. O biliyordu ki hesap görücü olarak Allah yeter ve O hainlerin tuzaklarını başarıya ulaştırmaz. (Cezairî, Ebu Bekr. Eyseru’t-Tefâsir, s: 796)

“Hz. Yusuf (a.s) bu meselenin araştırılmasını, kendi masumiyetinden herhangi bir şüphe duymasından ötürü istemiş değildi. O zımnen şöyle diyordu: “Rabbim benim tamamiyle masum olduğumu biliyor... onların tuzaklarını da... Fakat sizin efendiniz beni niye zindana gönderdiğini araştırmak zorundadır. Zira artık halkın önüne yanlış bir suçlama  çıkmak istemiyorum. Dolayısıyla bu araştırmas benim haksızlığa uğradığımı ortaya koyacaktır. Bu zulmü işleyenler kendi hanımlarının işlediği günahı örtbas etmek için beni hapse tıkan soylular, saraydaki ileri gelenlerdir.” (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 2/468)

Bunu takip eden iki âyetteki sözlerin hz. Yûsuf’a mı, yoksa vezirin karına mı ait olduğu konusunda farklı görüşler var.

Eğer hz. Yûsuf’a ait ise, burada da bir boşluk mevcut. Bu arada kralın kadınların itiraflarından Yûsuf’un suçsuz olduğunu, yıllarca haksız yere zindanda kaldığını anladığını ve adamlarını gönderip onu zindandan saraya getirttiğini anlayabiliriz. Kralın kadınları hesaba çektiği ve aklandığı haberi Yusuf’a gelince bir önceki sefer niçin zindan çıkmadığının gerekçesini açıklamak üzere şöyle dedi: (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 2/153)

 “İşte şu gerçeği (efendim) bilsin diye (söylüyorum) ki, ben gıyabında ona ihanet etmedim, üstelik Allah da hainlerin tuzağını asla başarıya ulaştırmaz.

Bununla birlikte, ben kendimin her türlü hatadan beri olduğunu da söylemiyorum; çünkü -Rabbimin merhamet ettiği durumlar dışında- insan benliği daima kötülüğü emreder; Hele ki Rabbim çok bağışlayandır, pek merhametlidir.” (Yûsuf 12/52-53)

O bu sözleri zindanda, soruşturma sonucunu öğrendikten sonra söylemiş olmalıdır.

Bu sözler vazirin karısına aitse, kadın hatasını itiraf ettiği gibi, Yûsuf’a gıyabında ihanet etmediğini ve nefsinin kendisini yanıltıp hata yaptırabileceğini ekliyor.

Ancak ilk dönem âlimlerinden Mücâhid, Sa'd b.Cübeyr, İkrime, Dehhâk, Hasan-ı Basrî, Katade ve Mukâtil b. Süleyman’a (bkz: Tefsir, 2/153) ve tefsircilerin çoğunluğuna göre bu ifadeler hz.Yûsuf’a aittir. “Yani işte bütün bunlar benim suçsuzluğum anlaşılsın, aynı zamanda gerçek ortaya çıksın diyedir.” (el-Ferrâ, Y. B. Zekeriyya. Meâni’l-Kur’an, 2/47. Zemahşerî, M. b. Ömer. el-Keşşaf, 2/461. Şevkânî, A. b. Muhammed. Fathu’l-Kadîr, s: 825)

Her ne kadar bir önceki âyetteki itiraflar vezirin karısına ait olsa da burada onu ve ifadenin gelişi de bunu gösterir. Kralın elçisi kendisine geldiği zaman Hz. Yûsuf zindan hemen çıkmayıp, olayın açıklığa kavuşturulmasını istedi. Öyle ki o gıyabında vezire ihanet etmediğini, bilakis saraydaki bazı kadınların kendisine tuzak kurduğu bilinsin. Buna karşın o herkesin insan olması hasebiyle hata yapabileceğini, bu yüzden nefsini temize çıkarmadığını söyledi. Çünkü nefisler her zaman dinin kötü dediği şeyleri yapmayı arzular. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 7/235. el-Hâzin, M. b. İbrahim. Tefsir, 2/533. İbni Atıyye, el-Muharrîru’l-Vecîz, s: 1001. Cezâirî, Ebu Bekr. Eyseru’t-Tefâsir, s: 797)

Burada hz. Yûsuf’tan vezire (Mısırın Azizine) yönelik bir sitem olduğu da söylenebilir. Yani “vezir, onun gıyabında ona ve şerefine, kendisine emânet ettiklerine ihanet etmeyeceğimi bilmeliydi. Hatta vezir, bütün deliller karısının aleyhine olduğu halde karısının sözüne uyarak onu zindana attırması da doğru değildi”. (Zemahşerî, M. b. Ömer. el-Keşşaf, 2/461)

Bazı yorumculara göre bu iki âyette zikredilen ifade vezirin karısına aittir. Zira bir önceki âyette hz. Yûsuf’a kötülük yapmak isteyen vezirin karısının  sözleri aktarılıyor. Bu âyetlerdeki ifadeler de onun; “...şimdi gerçek ortaya çıktı, ben onun nefsinden murat almak istemiştim...” (Yûsuf 12/50) gibi sözlerinin devamıdır. (el-Ferrâ, Y. B. Zekeriyya. Meâni’l-Kur’an, 2/47. Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 7/236. el-Hâzin, M. B. İbrahim. Tefsir, 2/533. Zemahşerî, M. b. Ömer. el-Keşşaf, 2/462. Şevkânî, A. b. Muhammed. Fathu’l-Kadîr, s: 824)

Çünkü bu sözler kralın huzu­runda kadınların sorguya çekildiği sırada söylenmiştir. Halbuki o zaman Yûsuf zindanda bulunuyordu. Ayrıca bu âyetleri 51. âyetten ayıran herhangi bir alâmet de yoktur; dolayısıyla bu sözler kadına ait olmalıdır. O bu sözleriyle evindeki iken Yûsuf’a haksızlık etse bile, zindanda iken gı­yabında ona hıyanet etmediğini, şimdi gerçeği itiraf ettiğini ve kendi nefsini de temize çıkarmak istemediğini ifade etmek istemiştir. (Abduh, M-Rıza, R. el-Menâr (çev.), 14/222. Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 3/224. Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 4/400)

“Ben nefsimi temize çıkarmıyorum” sözünün vezirin karısına ait olduğunu düşünenler şunu da ekliyorlar: O “ben doğruyu ikrar edip söylüyorum ki; gıyabında -yani yalan söyle­yerek ona hainlik etmediğimi, yokluğunda ondan kötü bir şekilde söz etme­diğimi bilmesi içindi.” Arkasından da; “Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum, ondan murad almak isteyen ben idim” dedi. Buna göre kadın o uygunsuz teklifi kimin yaptığını itiraf etmiş oldu. Bir taraftan da Allah’ın merhametine sığındı. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1642)

İbni Kesir de aynı kanaatte. Ona göre kadın demek istiyor ki; “ben gerçeği itiraf ettim ki, kocam onun gıyabında ona ihanet etmediğimi bilsin istedim. Nefsimi de temize çıkarmıyorum. Zira nefis bazı şeyleri ister, temenni eder.” Konunun akışı ve hikâyenin devamı gösteriyor ki bu sözler vezirin karısına aittir. (İbni Kesir, E. Muhtasar Tefsir, 2/253)

Bu görüşü savunanların iddialarına göre bu cümle bir öncekiyle yanyanadır. Çünkü vezirin hanımının “Yûsuf kesinlikle haklı” anlamındaki sözleriyle kadının konuşmasının bittiğini ve ardından Hz. Yusuf'un (as) konuşmasının başladığını gösteren ayırdedici bir şey yoktur. Dolayısıyla eğer her iki konuşma da iki ayrı şahıs tarafından yapılmış olsaydı iki cümlenin belirli bir sözcük ile ayrılması, yahut iki cümlenin ayrı olduğunu gösteren bir ipucunun bulunması gerektiği görüşünde birleşirler. Her ikisi de olmadığına göre 52. âyetteki kelimeler 5l. âyetteki konuşmanın bir devamıdır. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 2470)

Bu sözlerin kadın tarafından sarfedildiği görüşünü benimseyen İbni Teymiyye; sarayda bu olayla ilgili konuşmalar olurken onun zindanda olduğunu, kralın veya kadınların sözlerini işitmediğini, kadının bir hata dışında kocasına ihanet etmediğinin bilinmesini istediğini söylüyor ve şunu ekliyor: Pek çok tefsirciye göre bunlar Yusuf’un sözleridir. Ancak bu aleyhine pek çok delil olan fesat bir iddiadır. (İbni Teymiyye. A. et-Tefsiru’l-Kebîr, 5/78)

Aynı görüşe katılan Elmalılı konuyu vezirin karısına nisbetle şöyle açıklıyor: “Ben nefsimi temize çıkarmak çabasında değilim. Yusuf’u arkasından kendisine hainlik etmediğimi bilsin diye doğruyu söylerken, kendimi tezkiye etmiyorum. Suçumu da itiraf ettim. Ne yaptıysam onun gözü önünde yaptım. Şu kadarını söyleyeyim ki nefis daima kötülüğü telkin eder.” (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.)

Ancak gözden kaçırılan sözkonusu ipucu, konuşmanın içinde açık biçimde geçmektedir. Vezirin karısının 5l. âyetteki itirafı onun düşük karakterini yansıtmakta, buna karşılık 52. âyetteki ağırbaşlı konuşma yalnızca hz. Yusuf'un asil karakterini yansıtmaktadır.

Apaçıktır ki, bu sözler doğru, kerem sahibi, mütevazi ve Allah'tan korkan, “Allah beni korusun, böyle bir hatayı nasıl işlerim, zindan onların beni çağırdıkları günahtan hayırlıdır, Rabbim beni onların tuzaklarından koru” diyen birinin sözleridir. Yoksa “bana gel”, “isteğimi yerine getirmezsen hapse atılacaksın” diyen birini sözleri değil. Buna göre bu sözlerin hz. Yûsuf’a ait olduğu açıktır. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.),)

Yûsuf 12/52-53. âyetteki sözler ancak Allah'a, âhiret gününe, Allah'ın rahmet ve mağfiret sahibi yüce bir ilâh olduğuna inanmış,  iffetli ve yüksek şahsiyete sahip bir kimsenin söyleyeceği sözlere benziyor. Vezirin karısında ise bu özellikler görülme­mektedir. Aksine onun hz. Yûsuf hakkında sarf ettiği söz ve davranışları kendisi­nin bu gibi üstün hasletlerden yoksun olduğunu göstermektedir. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 3/224) 

“52. âyette bu sözlerin hz. Yusuf’a ait olduğunun iki delili var: 1) Konuşan kişi “ben gıyabında ona ihanet etmedim” diyor. Bunu demek Aziz’in karısının hakkı değil, Yûsuf’un hakkıdır. 2) Konuşan kişi tuzak kuranları kınıyor. Açıktır ki tuzağı Aziz’in karısı kurmuştur.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, )

Allah (cc) burada hz. Yâsuf’un –tabi onun şahsında Kur’an’ın muhataplarının- tevazu göstermesini, nefsine hâkim olmasını, nefsini ve ahlâkını tezkiye eden (arındıran), emânet noktasında buna dikket etmesini, ama şımarmamasını, buna bağlı olarak onun dürüst, iffetli, emin bir kimse olduğu ortaya çıksın istedi. Şüphesiz hz. Yûsuf’un Mısır ülkesinde emin bir kişi olarak ortaya çıkması Allah’ın lütfuyla gerçekleşmişti.

Bu sebeple O “ben nefsimi yanılgılardan, hatalardan büsbütün temize çıkarmam” dedi. Yani o kendi adına, bir beşer olması hasebiyle kendisinin masum, hatadan beri olduğunu iddia etmedi. Ama yapılan bir yanlış varsa da onu bilerek ve isteyerek yapmadığının itirafı da var. Kur’an hz. Yûsuf’un bu sözleriyle insanın yapısına, fıtratına dikkat çekiyor. (Zemahşerî, M. b. Ömer. el-Keşşaf, 2/461)

el-Hasen der ki: Hz. Yûsuf: “Bu, gıyabında ona hıyanet etmediğimi... bil­mesi içindi” sözünden sonra Allah'ın peygamberi kendi nefsini temize çıkarmaktan hoşlanmadığından, hemen peşinden “bununla beraber ben nefsimi temi­ze çıkarmıyorum” dedi. Çünkü kişinin nefsini temize çıkarması övülmüş bir davranış değildir. Nitekim Allah (cc) bir başka âyette “artık kendinizi temize çıkarmayın” (Necm 53/32) buyuruyor. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1642)

 “...ben kendimin her türlü hatadan beri olduğunu da söylemiyorum” sözü vezirin karısına ait ise “zira nefsim Yûsuf’tan murat almak istedi ve ona iftira etti” demek olur. Eğer Yûsuf’un sözü  ise -ki çoğu yorumcu bu görüştedir-, hem kendisinin hem de bütün nefislerin hata yapmaktan beri olamayacağını gerçeğini dile getirmektedir. Hz. Yûsuf sorumlu bir insan olarak nefsini temize çıkarmaktan, kendisine garanti vermekten bir anlamda Allah’a sığınıyor. (el-Hâzin, M. B. İbrahim. Tefsir, 2/534)

Mukâtil b. Süleyman buradaki “nefsi temize çıkarmayı” farklı bir şekilde yorumluyor. Ona göre hz. Yûsuf; “ben kendisini kederlendiren şeyden kalbimi uzak tutamıyorum. (Bir anlamda) olanlardan dolayı ben de kederliyim. Zira nefis yani kalb, cesede günah (yanlış) olan şeyleri yapmasını öğütler. Yalnız Allah’ın merhamet ettikleri hariç. (Tefsir, 2/153) 

“Nefis kötülüğü çok emredicidir”. Hükemaya göre nefis birdir ama sıfatları çoktur. Nefisler ilâhi olan şeylere yönelirse tatmin olmuş (doymuş) nefis (Fecr 89/27) olur. Şehvet (aşırı istek) ve hiddet (gazab) tarafına yönelirse “emmâre” olur. (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 4/400)

‘Nefs’, öncelikli olarak bir kimsenin kendisi veya özü anlamına gelir. Açık ve gizli, dünyaya ve Âhirete bakan duyuları, maddi ve manevi becerileri, arzu, heves ve ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle kişinin bizzat kendisi demektir.

Şeriat ilminde; şehvet (cinsî ve her türlü aşırı istek) ve kızgınlığın başlangıcı olan içteki, insanın içindeki manevi güce nefs denilmektedir.

Nefs’, tek tek her varlığa işaret ettiği gibi, bu varlıklara yön kazandıran manevi güce de verilen addır. İnsan şekil yani cisim ve manevi cephe sayılan ruhtan meydana gelir. İnsanın ruhu onun nefsidir de denmiştir.

Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere ihtiyacı vardır. Nefs bu ihtiyaçların şekillendiği ve çıktığı yerdir. Nefsin istekleri hayatın devamı için gereklidir. Ancak nefis başıboş bırakıldığı zaman, aşırı istekler gündeme gelir ve insan o noktada hataya düşer. Kişinin yeme içme, soluk alıp verme, barınma, uyuma, sahip olma arzuları nefsin normal istekleridir. Ancak bu istekler başıboş bırakıldığında, kişi câhil, cimri, kıskanç, gözü doymaz, azgın, sapıtmış, gurura kapılmış bir varlık haline gelebilir. Çünkü nefsin yapısı buna uygundur. Aslında nefse isyanı, takvayı, hata yapmayı, aşırı istekleri, doyumsuz iştahları ve Allah’a itaat etmeyi öğreten Allah’tır. (Şems 91/7-8) İnsan bu noktada sınanmaktadır. (Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, s: 503)

Kur’an nefsin aşırı isteklerine, tutkularına, bâtıl arzularına, sapıklık olan kararlarına hevâ diyor ve insanı nefsin hevâsına uymaktan sakındırıyor. (bkz: Bekara 2/120, 145. Nisâ 4/135. Mâide 5/48, 77. Sâd 37/26. Naziât 79/40.) Azanların, sapıtanların, zulüm ve haksızlık yapanların aslında nefsilerinin hevâsına uyduklarını (Bekara 2/87. Necm 53/23. Kehf 18/28.Tâhâ 20/16. Kasas 28/50. Rûm 30/29. v.d.), hatta kimilerinin nefsinin hevâsını tanrı edindiğinden (Furkan 25/43. Câsiye 43/23) söz eder.

Nefsin hevâsını ilah tanrı edinmek, bir kimsenin Allah’ın koyduğu ölçülere aldırmaksızın nefsinin her istediğini yapmasıdır. Ya da her konuda nefsinin ölçülerini esas alması, kendi kafasından verdiği kararların mutlak doğru olduğuna inanmasıdır. Nefisinin tutkularından daha kutsal bir şey tanımamasıdır. Nefsin yönlendirmesiyle hareket etmek, tıpkı Allah’a itaat eder gibi hevâsına itaat etmektir.

Bu ifade iki anlamda gelebilir: Birincisi; keyfinin gereğini yapan, ihtiraslarının esiri olan, şehvetinin ve egosununun arkasından koşmayı adeta din edinen kimselerin tavrı.

İkincisi; ortaya bâtıl inançlar ve düşünceler koyan, sonra da bunları Allah’tan gelen din gibi sayıp onlara uyan kimselerin tavrı. Şüphesiz ki her iki tavrı da yaratılış amacıyla ve hak inanç ile bağdaşmaz. (Şahinler, N. Kur’an’da Sembolik Anlatımlar, s: 212)

Kişi nefsinin istek ve arzularını makul bir ölçüde tutmaz, aşırı tutkularının (hevânın) peşinde giderse azar, haddi aşar ve günaha sürüklenir. Nefsinin isteklerini meşru ölçüde karşılayan kişi ise hayatını ilâhi imtihanı kazanıcı bir anlayışla yaşar.

Yukarıdaki âyette söz konusu edilen ve temize çıkarılmayan “nefs-i emmâre”, nefsin hevâsı olabilir (mi). (Allahu a’lem)

 

Hüseyin K. Ece

05.05.2018

Zaandam