İmanın sözlük anlamı hem güven (emniyet) vermek, hem de emin olmak yani inandığı şeyin verdiği güçle güvende olmak demektir. Böyle bir anlamda, güvendiği şeyin doğru olduğunu tasdîk etmek de vardır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 30)

İslâm kültüründe veya akaidinde iman, Allah’tan gelen şeyleri dil ile söyleyip kalp ile tasdik etmektir. Bu genel bir tanımdır. İnanmanın gereği olarak sayılan şartlar bu tanımın içerisindedir. Yani İslâmda iman esasları sayılan, Kur’an ve mütevâtir Sünnette yer alan bütün hususların doğruluğunu kalp ile doğrulamak (tasdîk etmek) ve bunlara inandığını dil ile söylemektir.

Mü’min, bu inanma ve tasdik işini yapan insandır. İman, ‘emn’ kökünün masdarı, mü’min de bu kökün fail (özne) ismidir. Hem güvenen hem de güvenilen demektir.

Mü’min, İslâmî literatürde, Allah (cc)’tan Peygamber aracılığıyla gelen ‘vahy’e, mutlak olarak inanan ve onun doğru olduğunu kabul eden kimsedir.

Kur’an'ın en temel kavramlarından biridir. ‘Mü’min’, Allah’tan gelenleri kabul, onun doğru olduğunu tasdîk eder ve bu doğruladığı şeyi amelleriyle (işleri ve davranışlarıyla) gösterir. Böylece onun imanı ve amelleri, inandığı şeylerin doğru olduğunu ortaya koyarlar.

Kur'an bir âyette 'mü'minlerin yolu' tabirini kullanıyor.

Önceki âyetlerde Kur’an, bir hata işleyip sonra bunun başkasına nisbet ederek iftira yapanların büyük bir vebâl yüklendiklerini söylüyor. Arkasından bazılarının Peygamber’i saptırmaya çalıştıklarını ancak Allah’ın korumasıyla bunu yapamadıklarını, buna karşın kendilerinin saptığını haber veriyor. Bundan sonra da insanların kendi aralarında fısıldaşmalarında bir hayrın olmadığı, ama sadaka vermenin, iyiliği teşvik etmenin veya insanların arasını düzeltmenin hayırlı olduğu söyleniyor. Arkasından da şöyle deniyor:

«Kim, kendisine hidâyet (doğru yol) besbelli olduktan sonra Peygamber’e muhalefet ederse, mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir. » (Nisâ 4/115)

Âyet ‘şikâk-muhalefet’ kelimesinin fiili ile başlıyor, ‘yuşâkaka’ şeklinde.

Bunun aslı ‘şek-ka’ fiilidir. Bu fiil arkasından gelen tümlece göre, bir şeyi yarmak, yeri sürmek, sabahın belirmesi, azı dişlerinin çıkması, karşı gelmek, isyan etmek, cemaatten ayrılmak, işin birine güç gelmesi, birine zahmet/meşakket vermek gibi anlamlara gelir.

Arapça’da “şekaktuhu bi-nısfeyn-onu ikiye ayırdım” denilir.

Aynı kökten gelen ‘şekkaka’ veya ‘te-şâk-ka”, biribirine muhalefet etmek, düşmanlık yapmak, ters düşmek demektir. (Cevherî, es-Sıhah, 4/251. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 8/111-113. Firûzâbâdî, Kâmusu’l-Muhît,  s: 898)

‘Şekka’ fiili ve türevleri Kur’an’da yirmisekiz âyette yer alıyor.

‘Şikâk ve müşakka’, bütünden ayrılıp muhalafete geçmek, düşmanlık etmek ve ayrıldığı bütüne ters düşmektir. (Cevherî, es-Sıhah, 4/252. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 388)

Kur’an Tevhid’ten ayrılmayı, ondan yüz çevirmeyi, vahyin davetine muhalefet etmeyi, ayrılmayı bu kelime ile ifade ediyor.

Şikâkın meydana getirdiği huzursuzluk da aynı kökten türeyen ‘şıkk ve meşakkat’ kelimeleriyle ile anlatılıyor. Bu da kendi yanlış tercihi sebebiyle insana gelip çatan ruhsal perişanlık, bunalım ve düş kırıklığıdır.

Kur’an, tevhidî parçalanmanın sonucu olan şirki, aslında bir ‘şakk’ olayı olarak görmektedir. (Nahl 16/27) Bu bakımdan şirk anlamındaki ‘şikâk’ insanınn giriştiği zulümlerin en büyüğüdür. Kur’an, Allah’a karşı şikâkı en uzak düşürücü illet olarak gösterip bu illeti benimseyenleri en zalim kişler diye tanıtır. (Öztürk, Y. Nuri. İslâmda Büyük Günahlar, s: 52-53)

Allah’a karşı şikâk insanı boş bir gurura ve erişmezlik, aşılmazlık, yenilmezlik kuruntusuna götürür.

“Sâd. Şeref ve itibar kaynağı olan Kur’an şâhit olsun. Ama nerede! İnkârda direnenler (akletmek yerine) yersiz bir gurura ve tarifsiz bir muhalefete (şikâk) gömülmüşlerdir.” (Sâd 38/2)

Üzerinde durduğumuz âyette geçen ‘vellâ ve tevalla’nın aslı ‘velâ’ fiilidir. Bu da; bir şeye yaklaşmak, yardım etmek, işini üzerine almak, dost olmak demektir.

‘Vellâ’; nefsin bir şeye yönelmesini ifade eder ki, bu da yönelinen mekana yakınlığı anlatır. Mesela;”kulağımı veya gözümü ona yönelttim, ona döndüm, çevirdim” denilir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 837)

‘Vellâ’ bunun yanında Kur’an’da; kaçıp gitmek (Kasas 28/31. Ahkaf 46/29. Fetih 48/22. Kehf 18/18. Tevbe 9/7. Enfâl 8/16. v.d.),

yönelmek (Bekara 2/115, 117, 142, 149, 150, 177),

sığınmak (Tevbe 9/57),

peşine takılmak (En’am 6/129) anlamlarında geçiyor.

Kur’an, kıble olarak Kâbe’ye yönelmeyi ‘vellâ’ fiiliyle emrediyor. (Bekara/144, 149, 150)

‘Vellâ’ fiili; birini bir işe tayin etmek, birine bir iş yüklemek anlamına da gelir. Bir hadiste bu anlamda kullanılmaktadır. “Allah (cc) birine bu ümmetin işlerinden herhangi birini yükler de (vellâ) o da onların ihtiyacını görür, fakirliğini giderirse, Allah (cc) da onun ihtiyacını görür, fakirliğini giderir.” (Ebu Davûd, İmâre/12-13 no: 2948)

Aynı kökten gelen ‘tevellâ’, yönelmek, yüz çevirip terketmek, veli edinmek, bir işi üzerine almak demektir.

Kur’an’da; bir tarafa çekilmek (Kasas 28/24),

gitmek, arkaya dönüp kaçmak (Mü’min 40/32-33),

dönüp/çekip gitmek, uzaklaşmak (Enbiyâ 21/57.Tevbe 9/50. Enfal 8/15. Tâhâ 20/60)

bir işin bir sorumluluğu üstlenmek (Nûr 24/11) 

yönetmek ya da iş başına geçmek (Bekara/204-205. Muhammed 47/22),

dost edinmek, dostluk için birine veya bir gruba meyletmek (Hac 22/5. Mâide 5/51, 56. Tevbe 9/23. Mümtahıne 60/9, 13. A’raf 7/196. v.d.),

yüz çevirmek (Mâide 5/43. Bekara 2/137. Âli İmran 3/82. Abese 80/1) anlamlarında yer alıyor.

Aynı kökten gelen ‘müvellî’, yön, istikamet, kıble demektir. Bir âyette geçiyor. (bkz: Bekara 2/148)

Kim Allah’ın hidâyet dediği ‘doğru yol’ vahiyle belli olduktan, ya da birisine bu gerçek bütün açıklığıyla, anlaşılır hâliyle ulaştıktan sonra, hangi sebeple olursa olsun, inat ve kibirle Peygamber’e ve onun şahsında Allah’ın davetine muhalefet ederse, ondan yüz çevişrirse, ona düşmanlık etmeye kalkışıp, mü’minlerin tabi olduğu yola girmezse, bâtıl, yanlış yollara girerse; Allah onu girdiği bu yanlış yolda yüzüstü, kendi tercihi ile başbaşa bırakır.

Bu yanlış yola girmesi, sonra da hem inkârcı hem de çok suçlu (günahkâr) olması sebebiyle cehennem cezasını hak eder. Halbuki Cehennem hiç istenecek, arzu edilecek, sevilecek bir yer değildir. Orası böyleleri için cidden kötü bir nihâi varış yeridir.

Âyette geçen ‘sebîlu’l-mü’minîn-mü’minlerin yolu'; ilk dönem tefsircilerinden Mukâtil b. Süleyman’a göre hak Din (Tefsir, 1/257),

Taberî’ye göre (vahyi) tasdîk edenlerin yolu (Câmiu’l-Beyân, 4/277),  

Hâzin’e göre müslümanların iman ederek girdikleri yol (Tefsir, 1/427),

Tabressî ve Zemahşerî’ye göre, onların üzerinde oldukları hanif dini (Cevâmiu’l-Câmi’, 1/297. el-Keşşaf, 4/554)

Sa’lebî’ye göre mü’minlerin dini (el-Keşfu ve’l-Beyân, 1/358),

es-Sa’dî’ye göre; mü’minlerin yolu, yani onların inançta ve amelde takip ettikleri yol (Tefsîru’l-Kerîmi’r-Rahmân, s: 175),

İbni Kesir’e göre, Muhammed ümmetinin üzerinde araştırarak ittifak ettiği şey (Muh. Tefsir, 1/437),

Şevkânî’ye göre, mü’minleri yolu yani İslâm dini ve onun ahkâmı (Fethu’l-Kadîr, s: 390)

R. Rıza’ya göre Kur’an ve Allah’ın Rasûlünün sünnetidir (Tefsiru’l-Menar (çev.), 4/543).

Mü’minlerin tabi oldukları yol (menhec); sırat-ı müstakim (en doğru yol), hidâyet yolu, yani hak dindir. “mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa” ifadesi ile bu kasediliyor. Burada uyulması istenen müslümanlar değil, onların da uymak zorunda oldukları hidâyettir, vahiydir, hak yoldur, Kur’an’ın öngördüğü hayat proğramıdır, yani İslâmdır.

Allah (st) diyor ki: Kim kendisine hak davet geldiği ve bu davet çok açık olduğu halde, bu yoldan yüz çevirirse, ona düşmanlık ederse; Mekkeliler ve diğer müşrikler gibi uydurulan putlara, tanrılara tapmaya devam ederse; onu gittiği yolda bırakırız. Onu sapıklığa dost yaparız, sonra mü’minlerin gittiği yol ile kendi seçtiği şey arasına bir perde çekeriz. (Tabressî, Cevâmiu’l-Câmi’, 1/297),

Yani, onu kendi nefsinin seçtiği yere terkederiz öyle hayr olanı artık muvaffak olamaz. Bu şüphesiz onun dalâleti seçmesi ve bu sapıklılığı artıması sebebiyle âdil bir karşılıktır.  Tıpkı şu âyette geçtiği gibi. “Vaktaki kalpleri saptı biz de onları saptırdık...” (Saff 61/4)

Bu ifade kim Peygamber’e muhalefet etmezse, ve mü’minlerin yoluna tabi olursa ve maksadı Allah’ın rızasını istemekse, ve müslümanların cemaatine uyarsa, ondan günah ve lemem (hata veya küçük günah) sadır olsa da  Allah’ın  böylesini nefsiyle ve şeytanla başbaşa bırakmayacağına, bilakis ona lütfedeceğine delâlet eder.

Böylesine onu kötülüklerden koruyarak lütfeder. Tıpkı  “Rabbi, onun duasını kabul etti ve kadınların tuzaklarını ondan uzaklaştırdı. Şüphesiz ki O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Yûsuf 12/34) Zira ihlaslı idi. Allah (cc) bütün muhlislere (samimi mü’minlere) aynısını yapar. (es-Sa’dî, Tefsîru’l-Kerîmi’r-Rahmân, s: 175)

Âyet her ne kadar Medine döneminde hırısızlık yapan, ya da dinden dönenlar hakkında indiği söylense de getirdiği hüküm mü’minlerin tabi olduğu hak dinden bilerek, inatla yüz çeviren herkesi kapsar. (Kurtubiî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/971)

Buna göre Peygamber’den yüz çevirmek ile mü’minlerin yolundan başkasını hayat anlayışı, inanç ve hayat felsefi kabul etmek aynı hatadır. Âyet böylelerini adeta tehdit ediyor.

Bu demektir ki, Peygamber’i ‘veli-dost’ kabul etmek ve mü’minler gibi doğru yola tabi olmak insanın görevidir. (Zemahşerî, el-Keşşaf, 4/554)

“onu döndüğü sapkınlıkta bırakız”, yani Allah (cc) onu kendi isteği yöneldiği ve peşinden gittiği şeye yöneltir. Bununla onu rezil eder, o sapıklık yolunda tek başına, başıboş bırakır. (Zemahşerî, el-Keşşaf, 4/554)

Yani Muhammed’in elçi olduğu belli olduktan, onunla birlikte gelen şeyin kişiyi hakka ve en doğru yola hidâyet ettirdiği belli olduktan sonra, ona düşmanlık göstererek onun davetinden ayrılıp giderse, arkasından başkalarının hayat yoluna yönelirse... Ki bu Allah’ı inkârdır. Allah’ı ve Rasûlü’nü inkâr da mü’minlerin yolundan sapıtmaktır. İşte böylelerini Allah (st) yardım istedikleri putlarıyla başbaşa bırakır. Putlar ise onlara bir fayda sağlamaz, Allah’ın vereceği azaba engel olamazlar. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 4/277)   

Kim, kendisine hak açık bir şekilde ulaştıktan, vahiyle gelenin hakikat olduğu gün gibi aşikâr olduktan sonra Rasûlüllah’a muhalefet ederse ve onunla gelene karşı inatlaşırsa, müslümanların tabi olduğu sırat-ı müstakim’e değil de başka yollara girerse, Allah onu yöneldiği yere çevirir. Sonra da hak ettiği cehenneme atar.

Mü’minlerin yolu elbette inanç ve amel (kulluk) açısından tevhid yoludur. En sağlam dindir. Allah'a, O’nun Rasûlü'ne itaat anlayışıdır.

İşte bundan başkasına tabi olmak da tevhid yolundan çıkmaktır, sıratı-ı müstakimden sapmaktır. Allah’a ve Elçisine karşı çıkmak aynı zamanda bu yola muhâlefettir. Allah’a ve Elçisine karşı gelmek zaten müslümanların yolundan başkasına gitmek olduğu halde, âyette bunun ayrıca söylenmesi, dikkat çekicidir. Demek ki Peygamberi izlemek emredildiği gibi mü’minlerin gittikleri doğru yola uymak da isteniyor. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 3/83)

Varlıkla, hayatla, insanla, ölümle, insanın işlevi ile ilgili hakikat mutlak anlamda ancak Vahiyle belli olur. İnsan aklı ve tecrübesi hakikatı mutlak anlamda ortaya koyamaz.

İşte vahiyle hak ve hakikat, insan için doğru yol, isabetli hükümler, şaşmaz ölçüler, insanı mutlu edecek ilkeler belli olduktan, açıklandıktan sonra, kim buna kibirle karşı çıkarsa, kabul etmemeyi inatla sürdürürse, ya da vahye karşı mücadele ederse; müslümanların gittikleri yolun dışında başka bir yolu seçtiler demektir.

O zaman Allah da bunların tercihlerinin sonucunu onlara verir.

Âyetin hükmü geneldir. İnsanların çoğu maalesef dalâleti hidâyete, bâtılı hakka, şerri hayra, günahı sevaba tercih ederler.

Onlardan bazıları hak kendilerine açıkça belli olduğu hâlde böyledir. Böyleleri içinde yetiştiği şartlar açısından hak daveti anlamaz veya ilgilenmez. Hak davet anlaşılır ve mantıklı  olsa bile.

Böyleleri nefislerinin hevâsına (aşırı arzularına) uyarlar. Dünya hayatını, peşin kavuştukları zevkleri tercih ederler. Hak davete tabi olmanın buna engel olacağına inanırlar.

Ama ne yazık ki bu tercih onları kötü bir sonuca sürükler.

Peygamber’e karşı çıkmak, mü’minlerin tabi olduğu hak dinden yüz çevirmek ağır bir suç, ciddi bir hatadır, İslâma göre sapıklık sayılan bir davranıştır.

Bunun cehennem gibi bir cezayı gerektirmesi için, “doğru yolun kendisine belli olması” gerekir. İslâmın davetinin kendisine ulaşması, İslâmın ne dediği, neye davet ettiği, sonucunun ne olacağı ona beyan olmalı.

Bundan sonra da kişi bilerek, inatla, kibirle bu hak daveti redederse, mü’minleri ve gittikleri hak yolu aşağılayarak yüz çevirirse, ölünceye kadar da bu hâl üzere yaşarsa; uygun cezayı hak eder.

Ayrıca davete muhatap olanın akıllı olması gerekir. Zira İslâma göre çocuklar ve deliler mükellef değildir.   

İnsana tebliğ edilmesi veya İslâma davet edilmesi; onun aklını kullanmasını, delilleri düşünerek, ikna olarak kabul etmesini sağlar. (Komisyon, Kur’an Yolu, 2/145)

 Kim de kendisine ulaşan ilâhi davete aldırmazsa; Allah (cc) da bu tercihi üzerine onu seçtiği dalâlete dost eder, yoldaş eder. (Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s: 391)

“Mü’minlerin yolundan ayrılma” uyarısına bir de sosyal açıdan bakmak mümkün. İslâm müslümanlardan tevhid (birlik) olmalarını ister, tefrikaya düşmelerini yasaklar. Kişi ve toplumlar arasında anlayış ve görüş farklılıkları olsa da bu, müslümanlar arası anlaşmazlığa, sürtüşmeye ve kavgaya, düşmanlığa yol açmamalı.

Her bir müslüman ferdin İslâm ümmetinin ahengini, vahdetini, kardeşliğini bozacak fikir ve eylemlerden kaçınması gerekir.

Bu da bir açıdan onların yoluna tabi olmaktır.

Mü’minlerin yolundan ayrılmak cehennemlik bir ceza olduğuna göre buradaki ‘yol’un din ve dindeki hükümlere karşı gelmek, onları reddetmek olmalı. Yoksa müslümanların buna dahil olmayan farklı kültür, âdet, teknoloji, alet-edavat, dil, kıyafet, günlük yaşayış biçimleri edinmeleri, ‘mü’minlerin yolu’ndan ayrılmak anlamına gelmez.

Böylesine farklılıklar tefrikaya varmadığı sürece onların zenginliği sayılır.

Allah’ın “mü’minlerin yolundan başka yollara sapanları o yönde bırakması” O’nun kullar için koyduğu yasasıdır. Kur’an’da doğru yolu, takva anlayışını ve sonsuz hayata yönelenler ile, sapık yollara giden, günahlardan kaçınmayan ve geçici çıkarları tercih edenlerden söz ediltikten sonra şöyle deniyor:

Rabbinin lütfundan her birine; onlara da, bunlara da veririz. Rabbinin lütfu (hiç kimseye) yasaklanmış değildir.” (İsrâ 17/20) Eğer doğru yola gitmek isteyene imkan verilseydi, sapık yollara gitmek isteyen de engellenseydi, imtihanın, denemenin anlamı kalmazdı. (Komisyon, Kur’an Yolu, 2/113-114)

Bazı ilim adamlarına göre bu âyetteki «mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa” ifadesi icma’ya delildir. Onlara göre ‘mü’minlerin yolu’ maddi bir şey olamaz. Bundan maksat onların dinî hayatlarında ittifakla (icma ile) benimsedikleri yoldur. Bu yoldan başkasına uymak yasaklandığına göre, onların icması (ittifakı) dinde delildir, kaynaktır. Bu görüşe katılmayanlar ise âyetin bağlam dikkate alınmalıdır derler.

Buradaki ‘yol’dan amaç, İslâmdır. Mü’minlerin yoluna muhalefet ise bu dinden başkasına tabi olmaktır. İnsanlar bu yola tabi oldukları sürece doğru yoldadırlar. Buna karşı çıkanlar da bir anlamda mü’minlerin yoluna muhalefet etmiş olurlar. (Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s: 391.  Komisyon, Kur’an Yolu, 2/112)

Bu âyetten sonra Rabbimiz şöyle buyuruyor:

Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz, derin bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisâ 4/116)

 

Hüseyin K. Ece

23.07.2020

Zaandam