Bu yazıda vahyin en önemli eğitim metodlarından beş tanesinin üzerinde duracağız.

1-Tebliğ; ilâhi mesajı eksiksiz iletme

Tebliği aslı ‘belağa’ fiilidir. Bu da zaman, yer ve nitelik, kararlaştırılmış bir iş açısından nihâi amaca ulaşmak, sona varmak, ya da varmak üzere olmak demektir.

Bu fiilin özne (fail) ismi ‘bâliğ’; bir yere, şeye ulaşan, bir şeyi yerine getiren anlamındadır. (Kamer 54:4-5)

Bu kökten gelen ‘bâliğa’; en üstün, apaçık, maksada uygun, en olgunluğa erişmiş demektir. (En’am 6:149), ‘beliğ’; en açık, en etkileyici, maksada en uygun, noksansız ve güzel söz demektir. (Nisâ 4:63) Bunun çoğulu ‘belâğât’, güzel söz sanatıdır ki Kur’an’ın söz açısından mu’cize olduğunu ifade eder.

Bu fiilin  ettirgen (tef’ıl) kalıbı olan tebliğ; bir şeyi amaca ulaştırmak, sona vardırmak demektir. Kavram olarak Allah’ın vahyinin insanlara ulaştırılması anlamındadır. Tebliğ aynı zamanda bütün peygamberlerin temel sıfatıdır. Onlara vahyi eksiksiz, ekleme yapmadan en güzel metodla muhataplarına ulaştırırlar. Onların tebliği etmekle yükümlü oldukları şey de vahiydir. (Bkz: Mâide 5:67)

Masdar olarak ‘belağ’; hem ulaştırma, hem de ulaştırılan şey, mesaj, bildiri, haberi-mesajı tebliğ etme, ulaştırma, iletme demektir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât,)

Kur’an’da hem elçiler ve son Peygamber, hem de Kur’an-vahiy hakkında kullanılıyor. Peygamberin görevi onlara vahyedileni olduğu gibi tebliğ etmek, ya da ilâhi mesajları ve bildirileri haber vermek, iletmektir. Ayrıca tebliğ ettiği ilahi ilke ve prensiplerle kavimlerine hidâyeti göstermek, onları ıslah etmek, eğitmektir. Bütün nebilerin de bu görevi zor şartlara rağmen, en uygun metodları kullanarak hakkıyla yaptıklarını söyleyebiliriz. (Bkz: Ahzab 33:39) Kur’an Peygamberlerin bu görevini bir kaç  formda haber veriyor. Mesela;

Nuh peygamber (A’raf 7:62), Hûd (as) (A’raf 7:68. Ahkaf 46:23 Hûd 11:52), Sâlih (as) (A’raf 7:79), Şuayb (as) (A’raf 7:93) kavimlerine aynı şeyi söylediler: “Ey kavmim, ben size Rabbimin gönderdiklerini tebliğ ettim...”

Allah (cc) bir şehir halkına üç elçi gönderdi. Ancak halk “siz de bizim gibi beşersiniz” deyip onları yalanladı. Elçiler ise, “Allah biliyor ki biz size gönderilmiş elçileriz. Bize düşen ancak apaçık bir tebliğdir” dediler. (Yâsîn 36:13-17)

“Sana belağ düşer” şeklinde: Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: «Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim.» Ehl-i kitaba ve ümmîlere de: «Siz de Allah'a teslim oldunuz mu?» de. Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok eğer yüz çevirdilerse sana düşen, yalnızca duyurmaktır. Allah kullarını çok iyi görmektedir.” (Âli İmran 3:20. Ayrıca bkz: Şûrâ 42:48. Ra’d 13:40. Nahl 16:82)

“Elçimize düşen belağdır” şeklinde: Öyleyse Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin ve Allah’a karşı gelmekten sakının. Şayet yüz çevirirseniz bilmiş olun ki, elçimize düşen sadece apaçık tebliğdir.” (Mâide 5:92. Ayrıca bkz: Teğabun 64:12)

“Elçiye düşen tebliğdir” şeklinde: “Peygamberin üzerine düşen ancak tebliğdir. Allah, sizin açıkladığınızı da, gizlediğinizi de bilir. (Mâide 5:99. Ayrıca bkz: Nûr 24:54. Ankebût 29:18. Nahl 16:35)

Peygamber (sav) diyor ki; “Ben sadece Allah’a dua ederim, O’na asla ortak koşmam. Kimseye de fayda ve zarar veremem. O’ndan başkasına da sığınmam. Benim yaptığım sadece bana indirileni insanlara tebliğ etmektir.” (Cinn 72:20-23)

Rasûlüllah (sav) kendisine vahyedileni tebliğ etmeseydi, şüphesiz o elçilik görevini yerine getirmemiş olurdu. (Mâide 5:67

Allah’ın elçileri vahyi muhataplara tebliğ ederler, ulaştırırlar. Bundan sonrası vahyin kendilerine ulaştığı muhataplara aittir. Dileyen tabliğ edilenlere kulak verir, gereğini yapar; dileyen de sonucuna katlanmak şartıyla yüz çevirir. (Bu gerçek bugün de davetçiler hakkında aynen geçerlidir.)

Nebiler tebliğ ettiklerini insanlara zorla kabul ettiren, itaat ettiren kimseler, muhataplar üzerinde bekçi ve vekil değillerdi. (En’am 6:107. Şûrâ 42:48. Ğaşiye 88:21-24)

Merhamet sahibi olan Allah (st) insanlara rahmet olarak vahiy gönderdi. (Lukman 31:3) Onu yine merhametli elçiler aracılığıyla kullarına ulaştırdı (tebliğ etti). Onlar da bunu sabır ve fedakarlıkla, suhuletle, hoşgörü ile, sevdirerek yaptılar. Onlar, vahyi hem tebliğ ettiler, hem de muhataplarını vahiyle eğittiler. Onların iyi bir kul olması için çalıştılar. Zaten vahyin hedefi insanların iman etmeleri, iman ettikten sonra vahiyle terbiye olmaları, hayatlarını vahyin ilkeleri ile sürdürmeleridir.

Kur’an, yani ilâhi vahiy de bir belağ’dır. Buna istersek duyuru, mesaj, bildiri, çağrı diyelim; farketmez. Kur’an, gerekçesini açıklayarak neden inzâl edildiğini haber veriyor:

Bu Kuran, onunla uyarılsınlar ve tek bir Tanrı bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara bir belağdır (mesajdır).” (İbrahim 14:52)

Kur’an, ilâhi içinde uyarı da olan bir belağdır (mesajdır). Bu mesajın öncelikle üç hedefi var: 1.Muhataplar kendisiyle uyarılsınlar diye. Dünya hayatı fanidir. Hayatın amacı da denemedir. Ölümden sonra da diriliş ve hesap var. Amellere göre ödül ve ceza var. (Âyette inzar kelimesi kullanılıyor. Bu da kötü sonucu haber vermek, korkutup uyarmak demektir.)

Zaten Kur’an Muhammed’e (sav) ilk muhatapları ve ulaştığı (beleğa) herkesi uyarması için inzâl edildi. (En’am 6:19)

2.Bütün insanlar bilsinler ki yerde ve gökte tek bir ilah vardır. O da alemlerin Rabbi Allah’tır. Öyleyse O’na inanıp yalnızca O’na kulluk yapsınlar.

3.İnsanlar akıllarını kullansınlar. Vahiy ve mesajları üzerinde derin düşünsünler. Anlasınlar ve gereğini yapsınlar. Zaten vahyin hakikatleri üzerinde ancak ulu’l-elbab olanlar (akleden bir kalp sahipleri) hakkıyla düşünürler.

Kur’an’ın belağ (mesaj) olması, hem insanların vahiy ile uyarılmaları, hem de vahyin eğitim metodudur. Belli bir amaç ve işlev için yaratılan insanın bu görevini bilmesi gerekiyor. Vahyin amacı da hem insanlara görevlerini öğretmek hem de iyi insan yetiştirmek olduğuna göre, mesajın da  buna yönelik olması gerekir.

Vahyin insanı muhatap alması onun için bir şerefitr. Zira Yaratıcı ona değer verdiği için onu muhatap alıyor. Sonra insan, evren, hayat, varoluş, insanın işlevi gerçeğini haber veriyor, beyan ediyor. Hem onun aklına ve duygularına hitap edip aklını kullanmasını istiyor, hem de aldırmazsa, yüz çevirirse, insanlık görevini ihmal ederse, sonucu haber verip uyarıyor.

Vahyin muhataba bu şekilde tebliğ edilmesi, aynı zamanda insan iradesine de bir göndermedir. Nitekim “Peygamber’e düşen ancak tebliğdir” âyetlerinden anlıyoruz ki, vahyin davetini kabul etmek, vahyin ilkelerine göre yaşamak muhatabın kendi tercihine bırakılıyor. Bu noktada bir zorlama söz konusu değil.

Bu bize, vahyin eğitim metodunu da haber veriyor. O muhatabın hakikati aklını kullanrak yürekten benimsemesini istiyor. Ona lazım olacak ilkeleri ona  bildiriyor. Kişinin o ilkelerle kişiliğini tedrici olarak oluşturmasını, onlarla olgunlaşmasını istiyor.

Burada bir gerçeğe daha parmak basılıyor. Kim din adına tebliğ, davet ve eğitim yapmak istiyorsa rehberi mutlaka vahiy olmalıdır. Bu üç alanda öncelik Kur’an’ın metodlarıdır. Diğerler ilke, metod ve çalışmalar buna bina edilmeli.

Rasûlüllah tebliğ ve davetini, görevini ve sahabe eğitimini vahiyle yapmıştır. Kur’an’a dayanmayan tebliğ, davet ve terbiye çalışmaları eksiktir.

Allah (st); “Zikir’den sonra Zebur’da da “yeryüzüne sâlih (iyi) kullar varis olacaktır” diye yazdı. “Şüphesiz bunda Allah’a kulluk eden bir toplum için yeterli bir mesaj (belağ) vardır.” (Enbiyâ 21:106)

Burada, iyi insanların sâlih amel işleme, hakkıyla kulluk yaparak halife olma, hakikate şâhit olarak İslâm açısından insanlığa örnek olma, iyiliği yaygınlaştırma, kötülükleri önlemeye çalışma, davetçi ve ”hizbullah-Allah’tan yana” olma açısından yeryüzüne vâris kılındığını anlamak mümkün. Bazı kulların bu şerefe layık görülmelerinde hakkıyla ibadet edenler için yeterince mesaj vardır.

 

2-Tebyîn; ilâhi mesajı açıklama

Müslümanlardan “biz Kur’an’ı anlayamayız” diyenler var. Ancak Kur’an apaçık, anlaşılır ve sapasağlam, hak bir kitaptır. Kur’an kendisinin böyle bir kitap olduğunu “beyân, beyyine, beyyinât, mübîn, tıbyân ve tebyîn” kavramları ile açıklıyor.

Bunların kökü ‘beyene-bâne’ fiilidir. Tebyin ise ‘beyyene’ kalıbının masdarıdır. Bu da bir şeyi açıklamak, izah etmek, açık-aşikâr-beyan etmek demektir. Bunun özne (fail) ismi ‘mübeyyen’dir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/196-199) 

Buna göre tebyîn hakikatı gizlemeyerek net bir şekilde ortaya koymak, açıklamak demekttir. (el-Cevherî, İ. b. Hammed. Es-Sıhah Tâcu’l-Luğa, 5/495)

“Beyân” bir şeyi açıklamak, ortaya çıkartmak, meramını fâsih bir şekilde açıklamak, anlamı ızhar etmek ve daha önce kapalı olan hususu izah etmek, müşkili gidermektir. (Cürcânî, eş-Şerif. Kitabu’t-Ta’rifât, s: 51-52) Beyan ayrıca hüccet, delil, bir hâlin hakikatini açıklayan söz, anlatış anlamlarına gelir. (el-Isfehânî, Ragıb el-Müfredât, s: 69)

‘Beyân’, bir şeyin zihinsel olarak açıklanma ve tanımlanma araçlarını gösterir. Bu hem düşünme, hem de konuşma için geçerlidir. Bir şeyi veya bir düşünceyi anlaşılır hâle getirmek, başka şeylerden farklı olduklarını ortaya koyma yeteneği hem yazı, hem de konuşmayı kapsar. Bu anlamda ‘beyân’, açık ve anlaşılır, berrak ve net bir şekilde düşünme ve konuşmadır.

Allah (cc) insanı yarattı ve ona beyânı öğretti. (Rahman 55/1-4) Böylece onu diğer canlılardan üstün kıldı. 

Kur’an beyan olunan bir kitaptır. “O hâlde, biz onu okuduğumuz zaman, onun okunuşuna uy. Sonra onu açıklamak  (beyânı) da Bize aittir.” (Kıyâmet 75/19)

“Sizden önce nice uygulamalar geçmiştir. Yeryüzünde gezin de yalanlayanların sonunun ne olduğuna bir bakın.  Bu, insanlar için bir beyân, korkup-sakınanlar için de bir hidâyet (hüdâ) ve öğüttür (mev’ızadır).” (Âli İmran 3/138)  Burada “beyân”; bütün herkese bir ilan, dolambaçsız bir açıklama, her türlü karışıklıktan uzak genel bir tebliğ anlamındadır.

“Kur’an’da aynı mâna ve muhteva için en çok kullanılan diğer tabirlerden biri tafsîl (açık seçik ve tatmin edici bir şekilde anlatmak), diğeri de tasrîftir (şekillendirip açıklamaktır).” (Topaloğlu, B. TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/97) 

Tebyîn, Kur’an’ın açıklamalarını ifade eden başka bir kelimedir ve aynı zamanda onun eğitim metodlarından biridir. Kur’an muhataplarına kendi hakikatlerini tebliğ etmekle kalmaz, aynı zamanda onları açıklar, ne olduklarının anlaşılması için izah eder, tanıtır. Sonra da onlara inanmaya ve uygulamaya davet eder.

Allah (cc) âyetleri sağlam iman edecekler için tebyin eder (açıklar). (Bakara 2:118)

İnsanlar Allah’tan korkup sakınsınlar, O’na karşı sorumlu davransınlar diye âyetlerini beyân eder. (Bakara 2:187)

İnsanlar Allah’ın ilkeleri (hükümleri) üzerinde tefekkür etsinler  (Bakara 2:219, 266) hatırlayıp öğüt alsınlar (tezekkür etsinler) (Bakara 2/:21), akletsinler, akıllarını kullansınlar (Bakara 2:242. Âli İmran 3:118), hidâyete ersinler, kendilerini hedefe götürecek doğru yolu bulsunlar (Âli İmran 3:103. Hadid 57:17. Nisâ 4:26), Allah’a hakkıyla şükretsinler diye âyetlerini açıklıyor (tebyin ediyor). (Mâide 5:89)

İnsanlar şaşırmasınlar, sapıklığa düşmesinler diye bazı hükümleri apaçık ortaya koyar. (Nisâ 4:176)

Allah (cc), sakınacakları (ittika edecekleri) şeyleri insanlara apaçık bildirmedikçe tebyin etmedikçe), Allah bir toplumu saptırmaz. (Tevbe 9:115)

Peygamberler kendi kavimlerinin dili ile gönderilir ki Allah’ın ne indirdiğini onlara açıklasınlar (beyân etsinler).  (İbrahim 14:4. Mâide 5:15, 19)

Öldükten sonra dirilişin bir amacı da Allah’ın (cc) insanların ihtilaf ettikleri şeyleri onlara açıklamak (beyan etmek) içindir. (Nahl 16:39, 92)

Kur’an bazı ilâhi hükümleri haber verdikten sonra şöyle diyor:  “Allah, size âyetleri açıklıyor (beyân ediyor). Allah, her şeyi hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nûr 24:18. Ayrıca bkz: Nûr 24:58, 59, 61. Bakara 2:230)

Beyyine; açık seçik olmak, açık hâle getirmek anlamındaki ‘beyân’ kökünden sıfat olup, ; ister akla dayalı olsun, isterse duyularının alanına giren (somut) bir şey olsun; apaçık delil, hüccet, burhan (kanıt), kesin belge vâzıh, (doğruyu yanlıştan ayiran) delil, gosterge” demektir. (Komisyon, Mu’cemu’l-Vasît, s: 80. Luvîs.  M. el-Yesûî. el-Müncid, s: 57. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 89)

Beyyine Kur’an’da yirmi defa geçiyor. Yukardaki anlamlarin yaninda daha çok aklî ve naklî delil, hakkı bâtıldan ayıran hüccet, yakîn, basiret, herkesçe bilinen tarihî olaylar, bunlarin kalintilari, vahiy-Kur’an, peygamberlik kurumu anlamlarında kullanılmaktadır. (Topaloğlu, Bekir. TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/97)

Beyyine nisbet edildiği nesneye göre; ilim, marifet ve beyân anlamlarına işaret etmek üzere aklî manaya, (Enfal 8/42), Muhammed’e (sav) nisbet olunduğunda nübüvvetin en büyük kanıtı, belgesi olan Kur’an’a delalet eder. (En’am 6/157, Beyyine 98:1, 3-4) (Çelik, Muhammed. Kur’an Kur’an’ı Tanımlıyor, s: 215)

Kur’an, müslümanlar için mihenk taşı ölçüsünde olan Kur’an ‘furkan’ olmasının yanında ‘beyyine’ bir kitaptır. Onlar için içinde sağlam beyyineler (delillere, belgeler) olan açık ve anlaşılır bir kitaptır. Kendisi ayen beyan, apaçık olduğu gibi, insan için gerekli olan her şeyi de açıklayan ilâhi belgedir.

İslâma göre iman, gözü kapalı bir kabul ediş, ataların geleneklerine bağlanma, kalabalıklara uyma değildir. Bunun tersine bir ‘beyyine’, yani delilli, isbatlı, açık belgeli bir inanma, ikna olma olayıdır. Kur’anda ve evrende sayısız beyyineyi (âyeti) anlama ve değerlendirme olayıdır.

Kur’an, kendine ve âyetlerine ‘beyyine’ diyerek, hepsinin akla ve duyulara dayalı birer açık delil, birer ilâhi belge olduğunu, karışık ve dolambaçlı ifadeler olmadığını bildiriyor.

De ki: “Şüphesiz ben, Rabbimden (gelen) kesin bir belge (beyyine) üzereyim...” (En'âm 6:57. Bir benzeri: Beyyine 98/1-3)  Bazilarina göre âyette geçen “beyyine”, Kur’an’a veya nübüvvete delâlet eder. (Kurtubî, M. b. Ahmed.  el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1194. Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/655)

İnanmayanlara önceki kitaplarda olanların apaçık delili (beyyinesi olan Kur’an) geldi ama onlar yüz çeviriyorlar. (Tâhâ 20:133) Söz konusu edilen en muazzam âyetlerden maksat Kur’an’dır. (İbni Kesir, E. Muhtasar Tefsir, 2/500)

Şüphesiz Kur’an, bundan başka mucize ve ilâhi belge isteyenlere yeter de artar. Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Şüphesiz bunda inanan bir kavim için bir rahmet ve bir öğüt vardır.” (Ankebût 29/51)

Bir hadiste Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Her peygambere mutlaka, (vuku bulduğunda) iman edilen mucizeler verilmiştir. Bana verilen (mucize) ise Allah’ın bana vahyettiği (Kur’ân) dır. Kıyâmet günü, (diğer peygamberler içinde) bağlıları en fazla olanın ben olacağımı umuyorum.” (Buhârî, İ’tisâm/1 no: 7274, F. Kur’an/1 no: 4981)

Kur’an bir gerçeğin altını daha çiziyor: Size, yani hem Kur’an’ın ilk muhataplarına, hem de sonradan gelen herkese Allah’tan “beyyine” geldi. Zımnen: O halde hangi bahâneyi ileri sürebilirsiniz? (Bkz: En'âm 6/I57)

Kur’an kendisine iman edip de hükümlerini anlamaya ve anlatmaya gayret edenlere, rakipleriyle tartışmaları veya muhataplarını düşünmeye, muhakeme etmeye davet etmeleri için kesin ve sağlam deliller sunar. (Yıldız, Abdullah. Kur’an’ı Anlamak Farzdır, s: 62)

“Beyyine”nin çoğulu olan beyyinât Kur’an’da elli iki yerde geciyor. Bu da ya âyetleri, ilâhi kitapları ya da Allah’ın kullarına yaptığı nasihatları ifade eder. (el-Isfehânî, Rağıb. El-Müfredat, s: 89

Ramazan ayından söz eden âyette; “(O sayılı günler), insanlar için bir hidâyet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri (beyyinât) olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır...” (Bakara 2:185) deniyor.

Burada biri diğerinin sebebi olan bir kac sey iç içe geçmiş. Buna göre: 1.Ramazan’ın sebebi Kur’an’dır. 2.Kur’an’ın sebebi hidâyat, yani rehberliktir, hem de bütün insanlığa. 3.Hidâyetin sebebi “beyyinât” ve “furkan”dır. Hidâyet ancak bunlarla gerçekleşir. Zira ‘beyyinât’ tezini isbata yeterli olan hakikatin apaçık belgeleri demektir.

“Kur’an’ın rehberliği ancak beyyinât ve furkan ile gerçekleşir. Bunların birincisi olan beyyinât Kur’an’ın kendisinde sunduğu, ikincisi olan furkan ise muhatabında inşa ettiği bir niteliktir. Ancak Kur’an’ın inşa ettiği bir tasavvur ve akıl ”furkan” olma vasfını elde eder. Böyle bir tasavvur ve akılla bakan göz ancak beyyinâtın delâlet ettiği hakikatleri yerinde görür ve kavrar.” (İslâmoğlu, M. Sözün Gücü mü Gücün Sözü mü, s: 173)

Kur’an muslumanlari soyle uyariyor: “Kendilerine apaçık deliller (beyyinât) geldikten sonra parçalanıp ayrılığa (tefrikaya)  düşenler gibi olmayın...” (Âli İmran 3/105. Bakara 2:213. Câsiye 45:17

Kendilerine beyyinât geldikten sonra onları inkâr edenleri Allah hidâyete eriştirmez. (Âli İmran 3: 86. Ayrıca bkz: Bekara 2/159, 209)

Cehennemliklere oranin bekcileri; “Size peygamberleriniz beyyinât getirmemiş miydi?” diye soracak. (Mü’min 40:50)

Pek çok âyette geçen beyyinâtın Kur’an’la ilgili  olduğunu veya onu işaret ettiğini söyleyebiliriz. Değil mi Kur’an hem ilâhi belge, sağlam delil, Allah’tan insanlara gönderilen hüccet/burhan, aynı zamanda mucizedir. “Andolsun ki sana beyyinât (apaçık olan) âyetler indirdik. (Ey Muhammed!) Onları ancak fâsıklar inkâr eder.” (Bakara 2:99. Ayrica bkz: Nahl 16:43-44. Mü’min 40:66)

Ayrıca Kur’an’in beyyinât (apaçık) olan âyetler halinde indirildiği söyleniyor. (Hac 22:16)

Öyleyse Kur’an beyyinâttır. Yani hem apaçık, anlaşılır, hem insanın yeryüzündeki görevlerini açıklayıcı, hem de sağlam olduğunda şüphe olmayan bir kitaptır. (Nûr 24:1)

Son Elci’ye beyyinât olan Kur’an’ın indirilmesindeki amaç insanları bâtılın/küfrün karanlıklarından (zulumâttan, hakkın/imanın aydınlığına (nûr’a) iletmektir. (Hadid 57:9)

Ne yazık ki bazılarını bu kadar apaçık âyetler (beyyinât) bile ikna etmeye yetmez. (Câsiye 45:25)

İki yer hariç beyyinâtların hepsi belirlilik taskısı”el” ile veya sıfat tamlaması “âyâtün beyyinâtün” şeklinde gelmişlerdir. Bu da beyyinât olarak nitelenen şeyin özel, belirli olduğunu ifade eder. Buna göre onlar sıradan belgeler değil, Allah’tan gelen apaçık, anlaşılır, beyân olunmuş, sağlam, ikna edici, hidâyete erdirici, yani yol gösterici, davet ve tebliğ davasını ortaya koyan, bunu destekleyen sağlam deliller veya mucizevi, ilâhi mesajlardır veya lütuflardır.

Kur’an kendisinin anlasilir bir kitap oldugunu bir de ‘mubin’ kelimesi ile acikliyor. İf’al kalıbından “ebâne”; bir şeyi açıklamak, açık kılmak, ortaya çıkarmak, uzaklaştırmak anlamına gelir. Bunun özne (fail) ismi mübîn”dir. Bu da açık, anlaşılır demektir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/199)

Kur’an’da 118 yerde; ‘mübîn’ bazi davranışların, uyarıcı, sultan, hak, imam, kitap, lütuf, fetih, imtihan, uyarıcı, fevz, tebliğ gibi  kavramlarının ve Kur’an sıfatı olarak geciyor.

“Allah (cc) Kur’an’ı 30 kadar âyette “tıbyân, mübîn ve beyyinât” sıfatlarıyla aniyor. Kur’an Allah’ın kelâmı olduğu için o ayrıca hikmet hazinesi, hükümlerin kaynağı ve her iyiliğin ve de faziletlerin çıkış noktasıdır. Onda hidâyet, şifâ, açıklayıcı ve açık beyânlar vardır. Anlamı açık içeriği zengin olan, karışıklık, gizlilik, kapalılık kabul etmeyen bir kitaptır Kur’an.

Kur’an’da insanoğlunun ihtiyaç duyduğu her şeye en yüce ifadeyle ve güzel üslûpla açıklayıcı cevaplar mevcuttur.

Mübîn; geçişsiz (fiil) olarak kendi özünde açık, seçik, aydınlıktır. Yani esasen kendisinin ne olduğu açık ve bellidir, ne olduğunu tanıtmaya yeterli olan demektir. Geçişli olarak; beyân edici (açıklayıcı), açığa çıkarıcı, ayırt edici demek olur. Bir de dili ve ifadesi gayet güzel, muradını ve maksadını gereğine göre dilediği gibi anlatır.

Hikmetli bir kitap olan Kur’a furkan, nûr, rahmet olduğu gibi aynı zamanda her yönüyle mübîn bir kitaptır.

Mübîn kelimesinin bir anlamının da vâzıh (açık) demek olduğunu hatırlayalım. Kur’an’ın öyle bir vâzıhlığı (açıklığı) vardır ki, aklı ve zekâsı, bilgisi ve seviyesi, zamanı ve asrı ne olursa olsun, güneş gibi, herkes ondan istifade eder. Onu okuyan veya dinleyen karşısında huşu’ ve heybet duyar. Arapça bilen birisi okuyup dinlediği zaman manalarını, nasihatlerini, irşadlarını, işaret ettiği şeyleri idrak eder. Onun apaçık (vâzıh) olduğunu, herhangi bir kapalılığının olmadığını hisseder. (Çelik, Muhammed. Kur’an Kur’an’ı Tanımlıyor, s: 218)

‘Mübîn’ dört âyette Kitab’ın sıfatı olarak geliyor. Bunların hepsinde Kitap belirlilik takısıyla cins isim olarak geldiğine göre kasdedilen “Kitap” özel bir kitaptır. “Tâ-Sîn-Mîm. Bunlar apaçık (mübîn) Kitab’ın âyetleridir.” (Şuarâ 26:2. Kasas 28:2. Hıcr 15:1. Neml 27: 1)

Yâsîn 36:70. âyette; “O bir öğüt ve apaçık (mübîn) bir Kur’an’dır” deniliyor.

Allah (cc) apaçık (mübîn) Kitab’in insanlar anlasin ve aklesinler diye Arapça indirdiginiu soyluyor (Zuhruf 43/1-3. Ayrica bkz: Duhân 44:1-3. Yûsuf 12:1-2. Şuarâ 26:194-195)

Burada âyetleri Arapça  olarak indirilen Kitap elbette Kur’an’dır. Öyle bir Kitap ki lafızları açık, konuları anlaşılır, delilleri sağlam, neye davet ettiği ve kimden geldiği belli, mucizevî ve bir o kadar da ikna edicidir.

Kur’an kendisinin anlaşılır bir kitap olduğunu bir de ‘mübeyyine’ kelimesi ile anlatıyor. Mübeyyine, beyân edilen, açıklanan ve tam açıklayıcı demektir; bunun çoğulu da  “mübeyyinât”tır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 69) Mübayyinât üç yerde âyât-âyetlerin veya Kur’an’in sıfatı olarak yer alıyor. (Nûr 24:34, 46. Talak 65/11)

Kur’an kendisinin anlaşılır bir kitap olduğunu bir de ‘tibyân’ kelimesi ile anlatiyor. Tibyân, ustalıklı bir şekilde beyan etmek, bir şeyin ortaya çıkması ve vuzuha kavuşmasının kendisi ile tamamlandığı açıklamadır. (el-Cevherî, H. es-Sıhah Tâcu’l-Luğa; 5/496. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/198-199)

Bu, ister kendiliğinden olsun, isterse bir vasıta ile olsun, aynıdır. Onda hakkın çeşitleri açıklandığı ve delilleri beyân olunduğu için Kur’an bir âyette (Nahl 16:89) ‘Tıbyân olarak isimlendirildi. (Zerkeşî, Burhan, 1/279’den Çelik, Muhammed. Kur’an Kur’an’ı Tanımlıyor, s: 219-220)

Kur’an iste bu beyyine ve beyyinat ile muhataplarina ilahi mesaji ulastiriyor, onlarin apacik oldugunun altini ciziyor. Bir anlamda vahyin ne oldugunu, ne yapmak istedigini, insanin onlari nasil anlamasi gerektigini acikliyor. Ilahi mesaja uymanin kazancini, uymamanin getirdigi kayiplari izah ediyor.

Bu da vahyin egitim metodlarindan biridir. O bununla ilk nesli (sahabeleri) egittigi gibi, sonradan gelen her muhataba da hitap ediyor.

İnsana düşen görev, yeteneğini iyi kullanarak, hakk ile bâtıl, doğru ile yanlış, hayır ile şer arasındaki farkı; Allah’ın beyânı (açık belgesi) olan, apaçık (mübîn) Kur’an âyetleriyle anlamak ve gereğini yapmaktır.

Bütün bir insanlığa gönderilen Kur’an, insanların anlayabileceği açıklıkla mesajlar içeren ve işaret ettiği her şeye aynı açıklığı getiren aşikar bir kitaptır. » (Alagaş, Mehmed. Kur’an’a Yönelirken, s : 33)

 

3-Davet; ilâhi mesajı insana ulaştırma ve ona çağırma

Davet,‘deave-dea’ fiilinden masdar olup; çağırmak, seslenmek, nidâ etmek, dua etmek, adlandırmak demektir. İsim olarak; çağrı, nidâ, da’va, verilen söz, yemin  anlamındadır. Kur’an bu fiili, yardım istemek, af dilemek, dua ve niyazda bulunmak, yalvarmak ve bir işe teşvik gibi manalarda kullanıyor.

Kulun Allah’ı yardıma çağırması ‘dua’, Allah’tan kullara olan çağrı da ‘davet’tir.

Bu kökten gelen ‘da’va’ çağrı, temenni, istek, savunulan görüş,

‘iddia’ ise; ısrarlı istek, kendi görüşüne bir çağrı, bir şeyi savlamak demektir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, )

Davet sözlükte herhangi bir çağrıyı, seslenmeyi ifade eder. Terim olarak; İslâm’a, Allah’a çağrı, hidâyete, Allah’a kulluğa, İslâmı insanların benimsemesi, kabul etmesi ve uygulaması için yapılan çağrı, teşvik demektir. (Bakara 2:186. Yûnus 10:89)

Kur’an’ın daveti çok açıktır ve bu davetin muhatapları bütün insanlar, alanı ise bütün yeryüzüdür. Zira onun davet ettiği ‘hidâyet’ bütün insanlara gereklidir. Onun daveti hem vahye iman etmeye,hem onu yaşamaya, günahlardan kaçınmaya, güzel ahlâka ve vahyi mükemmel temsil etmeye yöneliktir. Bu davet bir açıdan öğüt, irşad, iyi (ma’ruf) olana teşvik, kötü-yanlış (münker) olandan alıkoymaya çaba, müjdeleme ve uyarıp korkutmadır.

Hidâyete-vahye ve onu hayat haline getirmeye çağrı anlamına gelen davet, Kur’an’da bir kaç formda kullanılıyor. Mesela; İslâma davet (Saff 61:7), Allah yoluna davet (Nahl 16:125), hayırlı olan şeylere davet (Âli İmran 3:104), İman etmeye davet (Hadid 57:8), Allah’ın Kitabına (Kur’an’a) davet (Âli İmran 3:23), kurtuluğa (felaha) davet (Mü’min 40:41), insana hayat veren şeye davet (Enfal 8:8) gibi.

Bir müslümana göre mutlak iyinin, nihâi güzelliğin, ideal insanî değerlerin, kurtuluşun ve mutluluğun kaynağı İslamdır, vahiydir. Kur’an, bunları benimseyip insanları da buna davet edenlere sâdık (özü-sözü doğru) diye niteliyor. (Fussilet 41:33) Böyle olanların en başında da elbette kutlu elçiler yer alır. Muhammed (sav) beşir ve nezir olduğu gibi (Fetih 48:8. Furkan 25:56. Ahkaf 46:31), aynı zamanda Allah’a davet edici anlamında ‘dâiyellah’tır. (Ahzab 33:45-46)

Müşrikler, kendi inançlarının ve hayat anlayışlarının daha doğru olduğunu iddia ederek, çevrelerindekileri batıl dinlerine, dalalete davet ederler. (Ra’d 13:14) Allah (cc) ise kullarını “dâru’s-selâm’a-esenlik yurduna” çağırmaktadır. (Yûnus 10:25) Bu, vahyi hayatlaştırmakla kazanılan dünya mutluluğu ve Cennet olabilir. (Allahu a’lem)

Kur’an’ın ve onu tebliğ etmekle görevli Son Elçi’nin kendi zamanı ve kendinden sonrası için gelen herkesi kapsar. Zira onların daveti hakka, doğruya, iyiye, en güzele, iki dünya mutluluğuna, selam yurduna, fıtrata ve iyi insan olmaya çağrıdır. (Sebe’ 34:28. A’raf 7:158)

Bu çağrının en güzel metodunu da Kur’an öğretiyor. Peygamber’ yönelik: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et, onlarla en güzel şekilde mücadele et…” (Nahl 16: 125) diyor. Bu metod vahyin metodu olduğu gibi, bütün davetçilerin, hakkı tebliğ edenlerin ve müslüman eğitimcilerin de metodu olmalıdır.

el-Kur’anu’l-hakîm, hikmetlerle (isabetli hüküm ve haberlerle) dolu bir kitaptır. (Yûnus 10/1. Yâsîn 36/2. Âli İmran 3:85. Lukman 31:2) Onun verdiği bütün haberler zirveye ulaşmış, yeterli, üstün hikmetlerdir (hikmetün bâliğah), bazılarına fayda vermese de… (Kamer 54:5) Hakîm, hikmetli, hikmet sahibi, muhkem demektir ki hepsi Kur’an için geçerlidir.

Hikmetle davet, muhatabın durumuna göre yerinde ve yeterince söz söylemek, bunu en güzel bir şekilde yapmak, ısındırıcı olmak ve etkişleyici bir usul takip etmektir. Kur’anın davet ve eğitim metodu da zaten böyledir.

Güzel öğüt vahyin müjdeleri ile olur. Öğüt bazen somut örneklerle olur ki Kur’an bunu kıssalar ile yapıyor. ‘Mev’ıza’ denilen Kur’anın öğütleri, etkileyici ve öğüt vericidir. O, çeşitlili örnekler (emsâl) vererek muhatapların düşünmesini, ibret almasını ve kendilerini ıslah etmelerini ister. Bu ıslah işi hem kişi bazında hem de kitlesel olarak bir süreç işidir.

En güzel mücadele, mantıklı, inandırıcı, ikna edici olmasıdır. Kur’an, gayr-i müslimlerle akla hitap eden, insanı düşünmeye sevkeden, anlamasını, yerine göre de ürpermesini sağlayan kanıtlarla mücadele eder. Onlara varlık alemindeki oluş ve olaylardan, geçmiş kavimlerin kıssalarından örnekler verip akletmelerini ister. Onun eğitim metodunda zorakilik değil ikna ve gönüllülük esastır.

Son derece tutarlı, akla ve fıtrata uygun, ısındırıcı, uyarıcı ve anlaşılır bir metodu olan Kur’an ve onun metodunu uygulayan Son Elçi başarılı oldu. Kur’an, varlığı ve insanı yaratan Allah’ın kelâmıdır. İnsanı en iyi tanıyan O’dur. Dolaysıyla indirdiği vahyin tebliğ, davet ve eğitim metodu insanın yapısına uygun olduğu gibi, sonuç alıcıdır. 

Kur’an daveti yerine göre yumuşak, ısındırıcı; yerine göre sert ve uyarıcıdır. Hakikati tebliğ ettikten ve açıkladıktan sonra  muhataplarından onu kendi iradeleriyle, anlayarak kabul etmeye davet eder. Onun davet üslubu akla ve gönle hitap eden, etkiyeleyici ve ikna edici, müjdeleyici, kesin ve hikmet doludur. 

İslâm fıtrat dinidir. Hükümleri anlaşılır, kolay, kapsayıcı, hayra götürücü, faydalıdır. İnsanları hayra davet eder, ma’ruf olanları emreder, münker olanlardan sakındırır.

Bu aynı zamanda onun eğitim metodudur.

 

4-Ta’lim; insana ilâhi mesajı yaşayarak öğretme

İlim, ta’lim ve onların türevleri Kur’an’da cok sık kullanılan kelimelerden biridir. Bu kullanışlar ‘ilâhî bilgi’ye, ‘vahy’e, bir kısmı ise insan bilgisine işaret ediyor.

Ta’lim kelimesinin asli ‚alime‘ fiilidir. Bu da sözlükte;  (bir şeyi) tanımak, bir şeyi tahkik ederek bilme, bir konu etrafında dönen düzenli bir ma’rifet, bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, onu bilmedir, tanimadir.

Bu kökten gelen ilim; bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin inanç (itikat), bir nesnenin şeklinin zihinde oluşması, nesneyi olduğu gibi bilmek, nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması gibi farklı şekillerde tanimlanabilir.[1]

İlim, bir şeyi kendisinden olmayandan ayırdığımız belirti, iz, eser ve delildir. Bu sebeple bir şeyin alameti onun tanınmasını sağlayan (ma’rufe) şeydir. İlim cehaletin zıddıdır. Buna göre ilmin aslı temyiz, yani ayırt etmek, seçmek oluyor.[2]

İlim doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan, ıslahı ifsattan, iyiyi kötüden, adaleti zulümden ayırmamıza yarayan zihin faaliyetidir.

Bunun Kur’an’daki anlami ozeldir, hic bir dilde karsiligi yoktur. Ustelik vahiy olmasaydi, bu âlemde bilinebilecek bir deger ve ‘ilim’ diye bir kavram da olmazdı. Çünkü vahyin bildirdiğinin dışında hakikat namına bilinmeye değer bir seyde olmazdi. İnsanlık için anlamı olan, insanlığa felâh sağlayıcı, gerçeğin haberini veren, kurtuluş yollarını gösteren, insanlığa insanca bir hayatın disiplinini bahşeden bir  ilme sahip olmayacaktı insanlık.

Peygamber'in risalet görevi, ancak "getirdiği şeyler"i insanlara anlatması, teblig etmesi ve öğretmesiyle tamamlandi. Bu Elçi insanlara "Kitabı ve hikmeti öğretitti...” (Âl-i İmran 3/164; Cum'a 62/2) Ilk nesil Elci’nin ogrettigi kitap ile dalaletten kurtuldular, sahabe oldular. Bundan sonra gelmis ve geçecek olan her toplum sapikliktan ancak bununla ile kurtulur.

İlmin özünun İslâm'dan ibaret olduğunu, Peygamberimiz'e "Onlar sana uymazlar; eğer sen de sana ilim geldikten sonra onlara uyarsan zâlimlerden olursun" (Bakara 2:145. Ayrica bkz: Bakara 2: 120) âyetinden anliyoruz. Buradaki "sana ilim geldikten sonra" ifadesinden, ilmin İslâm manasına olduğu açıkça görülüyor. Çünkü Peygamberimiz'e gelen ilim İslâm'dı. Onu da insanlara vahiy yoluyla indiren, elciler araciyla ogreten (ta’lim eden), ya da ogrenmenin imkanlari yaratan O’dur.

Allah’tan vahiyle gelen ‘ilim’, insanların elde debilecekleri bilgi’ye kılavuzluk eder. İnsanın öğrenme, bilme ve anlama eylemini daha iyiye, daha doğruya sevkeder.  Kur’an, insanların kendi çabalarıyla ulaştıkları bilgiyi de ilim olarak değerlendirir. Ancak bunun temel şartı vahye ters düşmemesidir.

Kur’an, ilmî düşünce ve tefekküre dayanmayıp körü körüne atalarından devraldıkları kültürel miras üzerine hareket etmelerinden dolayı müşrikleri eleştirmektedir. (Bakara 2:170. Mâide 5:104. Zuhrûf 43:22)

İlim Allah’a nisbetle mutlak gerçeğin ta kendisidir. İnsana nisbetle de Allah’ın büyüklüğünü ve kudretinin yüceliğini ortaya koyan mucizevi bir faaliyettir. 

Her şeyi Bilen, el-Alîm ve el-Âlim olan Allah (cc) insanlara bu isminin tecellisi olarak bilmek, anlamak, bildiğini söze, fikre, eyleme dökmek, bilgiyi çoğaltmak ve kullanmak, bilgiyi saklamak ve aktarmak gibi yetenekler vermiştir. 

İnsanın kendini ve kendisine bahşedilen hayatı, nimetleri ve denemeleri anlaması için, ona vahiy yoluyla hakikatin bilgisi gönderildi.

“Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler….” (Âli İmran 3:19. Ayrica bkz: Bekara 2:213. Yûnus 10:93. Şûrâ 42:14. Câsiye 45:16-17) 

Ta’lim,  tef’il kalıbında ‚alleme’nin masdarıdır. Bu da; sözlükte öğretmek, bildirmek, bilgilendirmek, belletmek demektir.

Ta’lim kelimesi; özellikle „öğrenenin nefsinde, aklında bir iz oluşuncaya kadar tekrarlama ve (bunu ya da bilgi vermeyi) artırma yoluyla gerçekleşen bilgilendirmek anlamındadır.

Kimilerine göre de ta’lim “anlamları tasavvur etmek için nefsin/aklın ilgisini uyandırmak“ demektir.[3]

Âdem’e isimlerin tümünü öğreten Allah’tır. (Bekara 2:31) Her ne kadar Âdem‘e nelerin isimlerininin öğretildiğini bilmesek de, öğretme, bildirme fiilinin Allah’a nisbet edildiğini görüyoruz.

el-Âlim ve el-Alîm olan „Allah’ın insana öğretmesi, Allah’ın isimlerinin bir tecellisisidr. Tıpkı insana bilme yeteneğini ve aklı bahşettiği gibi, insana bilginin ilk sermayesini de Allah vermiştir.

Âdem’e eşyanın ismini öğreterek insanlığın serüveninin de Allah’ın kendi bilgisinin bir kısmını insana vermesiyle başladığını görürüz. Yani insan Allah’ın kendisine verdiği ilim üzere eşyayı tanımlamayı ve onunla ilişki geliştirmeyi kısacası kendisine emanet edilen dünyayı rabbin adıyla ve onun verdiği ilimle imar etmeyi kendi üzerine sorumluluk olarak almıştır. İnsan bu sorumluluğun dışına taşarak eğer ki yaşamı Allah’ın kendisine verdiği ilim üzere değil de nefsine göre düzenlemeye kalkarsa Allah bunu “zan” olarak nitelemektedir. (Yûnus 10/36)[4] 

Melekler kendilerine verilen bilgiyi üretmezken, Ademoğlu Allah’ın kendisine verdiği yeteneği kullanarak bilgiyi üretmektedir. Bu yorumu ilahi ta‘lim olan Rahman suresinin ilk ayetleri de doğrulamkatdır. (Rahmam 55/1-4)

Ta‘lim bir süreç içerisinde aşama aşam öğrenmeyi ifade eder. Âyetlerden anlaşılan şudur: Bilmek, içkin değil, aşkın bir eylemdir. Bilgiye Allah müdahildir. Bilgi hırıstiyan ilâhiyatının iddia ettiği gibi Tanrının insana yasakladığı memnû‘ ağaç değildir. Aksine bilgi, Allah’ın insana ihsanıdır. Bu sayede insan meleklerden üstün kılınmıştır. İnsanın şerefi Allah’ın öğrencisi olmaktan kaynaklanır.

Bu âyetler insan bilgisini ‚alınmış‘ veya insan tarafından ‚var edilmiş‘ değil, Allah tarafından verilmiş olduğuna işaret eder. Alınan her bilgi sonradandır, geçicidir, emânettir, Bu yüzden insan bilgiye, „benim değil mi, istediğimi yaparım“ diyebileceği bir mülkiyet değil, hesabı verilecek bir emânet olarak bakmalıdır. 

Âyetlerde dikkat çeken bir husus da şudur: Bilgini öğrretilmesi (ta’lim) Allah’a isnat edilirken, bilginin aktarılması (inba‘) insana isnat edilmektedir. Dilin insan düşüncesinin deposu olduğu hatırlanacak olursa, bu isnat farklılığı, ilk insanın düşünce dağarcığını Allah’ın doldurduğunu, yani düşüncenin ilk sermayesini Allah’ın verdiğini ifade eder. İnsan ilk sermayenin veriliş amacına sonradan sadâkat gösterebilir, ihanet de edebilir.[5]

"Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmediğiniz halde çıkarmış, size kulak, göz ve kalb vermiştir." (Nahl 16/78)

Bu âyet, bize insan bilgisinin sonradan kazanıldığını,  kulak, göz ve kalbin/aklın da ilim elde etme vasıtaları olduğunu anlatmaktadır. Bu organların hayatî işlevleri ve bu görevleri yerine getirirken sorumlulukları vardır. (İsrâ 17:36)

Üstelik bu organların insanlara verilmesi bir deneme sebebidir. (İnsan 76:2-3)

Kur’an’da bir kaç âyette ta’lim (alleme) fiili Allah’a nisbetle geliyor. Mesela; Musa’nın (as) yolculuk yaptığı ilim sahibi kula bildiklerini Allah (st) öğretti. (Kehf 18:65) Bu kula ne öğretildiğini bilmemizin elbette imkanı yok.

“O, kalemle yazmayı öğretti, insana bilmediğini öğretti.” (Alak 96/4-5) Burada öğrenmeyi sağlayan yeteneğin ve öğrenme araçlarının (kalem gibi) insana Allah tarafından verildiğini, insanın bu kabiliyetlerle donatıldığını anlıyoruz. Bu âyetle Ademe isimlerin öğretildiğini söyleyen âyet (Bakara 2:31) arasında bağlantı var. „Ayrıca, Allah'ın insana ‘öğretmesi (veya belletmesi)’ aynı zamanda, O'nun yalnızca beşerî tecrübe ve akıl ile oluşturulamayan ruhî hakikatleri ve manevî/ahlakî ilkeleri/ölçüleri peygamberler aracılığıyla vahyetmesini de göstermektedir.” [6]

“Rahmân, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.” (Rahman 55/1-4) Beyân terimi burada “bir şeyin [zihinsel olarak] açıklanma ve tanımlanma araçları”nı gösterir.[7] İlk insan Âdem’ (as)  ”esmâ- eşyanın isimleri”nin öğretilmesi aslında ona beyân yeteneğinin verilmesidir denilebilir.

Melekler bilgiyi Allah’a hasrederek “Senin bize öğrettiklerinden (allemte-nâ) başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur” diyerek acziyetlerini ortaya koydular. (Bakara 2:32)

Allah (cc) Kıyamet günü hz. İsa’ya ve annesine verdiği nimetleri hatırlattıktan sonra ona, “sana kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim (allemtu-ke)” diyecek. (Mâide 5/110) Buna benzer bir şahitliği bir melek hz. Meryem’e karşı yaptı: “Allah ona kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrecetecek  (yuallimu-hu).” (Âli İmran 4/48)

Allah (cc) Yûsuf’a (as) rüyaların yorumunu öğretti. (Yûsuf 12/6, 21)

Hz. Yûsuf da dua ederken bunu şükran ifadesi olarak itiraf ediyor. “Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi)  verdin ve bana (rüyada görülen)  olayların yorumunu da öğrettin (allemte-nî)”. (Yûsuf 12/101)

Hz. Yusuf zindan arkadaşlarına; “Sizin yiyeceğiniz yemek size gelmeden önce, onun ne olduğunu bildiririm. Bu, bana Rabbimin öğrettiklerindendir (alleme-nî)” demişti.  (Yûsuf 12/37)

Allah (cc) hz. Muhammed’e hitaben; onu saptırmaya yeltenenlere karşılık “Allah sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretti (alleme-ke)” buyurdu. (Nisâ 4/113)

Hz. Ya’kub’un bilgisi de Allah’ın ona öğrettiğinden (allem-nâhu) başkası değildir. (Yûsuf 12/68)

Allah (cc) hz. Dâvûd’a da zırh yapma sanatını ve ayrıca dilediğini öğrettiğini bildiriyor. (Enbiyâ 21:80. Bakara 2:251) 

Borçlanma âyetinde “...Aranızda bir yazıcı adaletle yazsın. Yazıcı, Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın…” söyleniyor. (Bakara 2:282) Burada yazmayı öğretmenin Allah’a nisbet edilmesi dikkat çekicidir. Bu hem yazı yazma kabiliyetini, hem de yazı malzemesini kullanma yeteneğni Allah’ın yarattığına işarettir. Bu yazma işinin de Allah’ın öğrettiği kurallar çerçevesinde olması gerektiği açıktır. Bu âyetin sonunda “zaten size öğreten de Allah’tır” deniyor.

Allah (cc) Musa’ya indirdiği nûr ve hidâyetle hem o günün İsrailoğullarına hem de onların atalarına bilmediklerini öğretmişti (ullim-tum). (En’am 6:91) Bu aynı zamanda ilâhi kitapları sadece bir kağıt parçası görenlere ciddi bir tenkit ve uyarıdır.

Hz. Süleyman kendilerine kuş dili öğretildiğini (ullim-nâ) söylerken şüphesiz öğretmenin öznesi olarak Allah’ı kasdediyordu.  (Neml 27:16)

Kur’an’ın şiir olduğunu iddia edenlere karşılık Allah (cc) “Biz, o Peygamber’e şiir öğretmedik (ma allem-nâ)” buyuruyor. (Yâsîn 36:69)

Bir âyette “Allah’ı O’nun öğrettiği (alleme-kum) gibi zikredin” (Bekara 2:239) buyuruluyor.

Allah (cc), insanlara bilgi elde etme, öğrenme kabiliyeti, bilgi edinme araçlarını öğrettiği, yapılarına bu kabiliyetleri yerleştirdiği gibi, vahiy yoluyla ve elçileri aracılığıyla da insanlara dünya hayatında lazım olacak ilkeleri, ölçüleri, haberleri ve örnekleri öğretti (ta’lim etti). Kur’an’ın nüzul süreci aynı zamanda ilk nesle bunları öğreterek onları eğitme süreci idi. Kur’an şimdiki muhataplarına öğretmeye, öğreterek eğitmeye, öğrettiklerinin uygulanmasını emretmeye devam ediyor.

Peygamberlerin bir görevi de ümmetlerine onların bilmediklerini, Allah’ın kendilerine öğrettiğini öğretmektir.

“Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitab ve hikmeti öğreten (yuallimu-hum) bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Ali İmran 3:164. Ayrıca bkz: Bakara 2:129, 151. Cumua 62:2)

Vahyin uygulayarak öğretmesini Son Elçinin İslâmi hayatında görüyoruz. Diğer elçiler gibi onun da görevleri tıpkı Vahyin eğitim metodları ile aynı: Tebliğ, beyân, davet, ta’lim, tezkiye ve temsil (örneklik).

Allahın Rasûlü insanlara tebliğ ve davet ettiği, öğrettiği (ta’lim) ettiği vahyi, ilâhi mesajı önce kendisi yaşadı, yani vahyi hakkıyla temsil etti. Bu konuda bütün zamanlara ve insanlara örnek oldu.

 

5-Tezkiye; insanı bilinç, duygu ve eylem düzeyinde arındırma 

‘Tezkiye’nin aslı ‘ze-ke-ye/zekâ’ fiilidir. Bu da sözlükte artmak, fazlalaşmak, çoğalmak,  bereketlenmek demektir. Ürün bereketlenip çoğaldığında “zekâ ez-zer’u” ifadesi kullanılır.

Aynı kökten gelen ‘zekâu’; dünyevî olsun, uhrevî olsun, Allah’ın bereketinden hasıl olan, ortaya çıkan büyüme veya artış (el-İsfahânî, R. el-Müfredat, s: 313), ya da Allah’ın mahsulden veya yerden çıkardığı (bereket) demektir. Kur’an’da bu anlamda bir defa yer alıyor. (Bkz: Nûr 24:21)

‘Ezkâ’ fiil olarak; bir şey artmak, çoğalmak demektir. Allah (cc) hakkında kullanılınca “Allah bir şeyi artırdı, bereketlendirdi-zekkâhullahu ve ezkâhu” manası verir. (İbni Manzur, Lisânu’l Arab 7/46)

Tezkiye, tef’ıl kalıbında ‘zekkâ’nın masdarıdır. Bu da artırmak, fazlalaştırmak, temizlemek (tezkiye etmek), arındırmak (pak etmek), malının zekâtını vermek demektir.  (el-İsfahânî, R. el-Müfredât, s: 313. İbni Manzur, Lisânu’l Arab 7/46. Cevherî, İ. b. Hammad, es-Sıhah, 6/332)

Zekkâ’ kişi hakkında kullanıldığı zaman kendini ıslah etmek (düzeltmek) (el-Fîrâzâbâdî, M. Y. el-Kâmusu’l-Muhît, s: 1292), nefsini tezkiye etmek (temizlemek) anlamına gelir. Kişi nefsini (iyi şeyle) vasıflandırdığı veya övdüğü zamanlarda da tezkiye kelimesi kullanılır. (İbni Manzur, Lisânu’l Arab 7/46. Cevherî, es-Sıhah, 6/332)

Bu kökten gelen ‘tezekkâ’; mal çoğalmak, artmak,, te­mizlemek, pak etmek demektir. Bu tefâul (yüklenme) kalıbından olduğuna göre kişisel çabayı gösterir. Temizlenmek için kişinin teşebbüsünün olması gerekir. (A’la 87:14)

‘Zekât’ ise sözlükte; bereket, fazlalık, temizlik, ıslah olma hali. Bir şeyin hâlis ve pak olması, bir şeyin özü. (İbni Manzur, Lisânu’l Arab 7/46)

Kişinin şer’an kendi malından onu temizlemek üzere verdiği belli bir kısım, pay, yani bilinen zekât ibadeti. (el-Fîrâzâbâdî, M. Ya’kub. el-Kâmusu’l-Muhît, s: 1292)

Malın zekâtı bilinen bir şey. O da malın temizlenmesidir. Kişi malının zekâtını ödemesi demek, onu tezkiye etmesi (temizlemesi) demektir. Bazılarına göre zekât; (sadece farz olan zekât ibadeti değil) kişinin sahip olduğu mülkü temizlemek için ondan vermek üzere ayırdığı şeydir. (İbni Manzur, Lisânu’l Arab 7/46)

Kur’an mü’minlerin özelliklerini sayarken şöyle diyor: “Onlar ki zekâtı verirler.” (Mü’minûn 23/4) Zekâtın sözlük anlamından hareketle bu âyet “arınmak için gerekeni yaparlar, arınmak için çaba gösterirler” şeklinde de anlaşılmıştır. 

Kur’an’da arınmayı anlatan üç kavram var: Tasfiye, tathîr ve tezkiye.

Tasfiye; süzmek, arıtmak, saf ve temiz hâle getirmek” demektir. (İbni Manzur, Lisânu’l Arab 8/257)

Kur’an’da Allah’ın bazı kullarını yüce görevler için seçtiği belirtilirken aynı kökten gelen ıstıfâ (seçmek, tercih etmek) kelimesi kullanılmıştır. (Neml 27/59. Fâtır 35/32. Sâd 38/47. Âl-i İmrân 3/33)

‘Tahâret’ kökünden gelen ‘tathîr’; temizlemek, paklamak demektir. Kur’an’da  bir âyette ‘tathîr’ olarak, bunun fiil hali ‘tahhara’ ise yedi âyette geçmektedir.

Bunlar hem maddî temizlik (tahâret) , hem de manevî temizlik (arınma) anlamında kullanılıyor. (Bkz: Âli İmran 3:42. Mâide 5:6, 41. Enfal 8:11. Ahzâb 33:33. Tevbe 9:108)

Bir âyette Peygamber’e “... onları temizlemek amacıyla (tütahhira) mallarından zekât al...” deniliyor. (Tevbe 9:103) Buradaki temizliğin manevî temizlik olduğu açıktır.

Tezkiye kavramı Kur’an’da saflaştırma, temizleme, arındırma anlamında kullanılıyor. Ancak bu temizleme maddi taharetten çok manevi olarak temizlemek, nefsi-kalbi arındırmak manasındadır. Kalbi şirk, küfür, çirkin ve aşağılık heveslerden, hırs ve tamahtan, insanı Allah’tan uzaklaştıracak zevklerden ve isteklerden, bilinci yanlış tasavvurlardan, eylemleri günahlardan  arındırmak tezkiyedir.

Esasen insan dünyaya tertemiz bir fıtratla (yaratılışla) gelir. Âkil-bâliğ olduktan sonra kendi yaptıklarına ve tercihlerine bağlı olarak ya bu temiz fıtratı aynen korur, ya da onu kirletir. (Şems 91:10) Vahiy çeşitli sebeplerle kirlenen nefisleri/kalpleri temizlemek, arındırmak; böylece Hakikati ve doğruyu görmelerini, gerçeği anlamalarını sağlamak istiyor.

Vahiy, beden ve elbise taemizliğini emrettiği gibi, kalp ve nefis temizliğini de emretmiştir. Onun daha çok önem verdiği temizlik ise kalp ve nefis temizliğidir. Kur’an’ın ‘tezkiye’ dediği temizlik de budur.

Kur’an nefislerin/kalplerin tezkiye edilmesinden (arındırılmasından) bahsettiğine göre onların kirlenmesi de söz konusudur.

Kirlenen nefisler nasıl temizlenir? Bunu Kur’an’ın iman edenlerin nasıl tezkiye olabileceklerini anlatan âyetlerinden anlayabiliriz. Kur’an nefsin kirlendiği söylerken, nefsi arındırma (tezkiye etme) yollarını da göstermiştir.

Tezkiye ibadeti, diğer ibadetler gibi kişseldir. Kimse kimsenin günahından sorumlu olmadığı gibi, kimse kimsenin yerine arınma olayını yapamaz.

Kur’an’da tezkiye ibadetinde; a-Bazen bunu emek vererek, gayret göstererek kazanmasından dolayı kula nisbet edilir. (Şems 91/9)

b-Bazen Allah’a nisbet edilir. Çünkü gerçekte onun faili O’dur. “Allah dilediğini tazkiye eder.” (Nisâ 4:49)

c-Bazen bunun kullara ulaşmasında vasıta olduğundan dolayı Peygamber’e nisbet edilir. (Bkz: Cum‘a 62:2. Âli İmran 3:164)

Buna göre tezkiyede şöyle bir sıralama söz konusu:

1-Öncelikle Allah (cc) dilediğini tezkiye eder. (Nisâ 4:49) Öyleyse tezkiyede ilk fail Allahtır. Ancak O (cc) arınmak isteyeni, tezkiyeye gönlü olanı, “tezkiye olunuz” davetine kendi iradesiyle icabet edeni ve nihayet bunu hak edeni tezkiye eder (arındırır). Ya da arınmasının önünü açar.

Allah tarafından yapılacak son tezkiyenin Hesap gününde olacağı unutulmamalıdır. Allah (cc) o gün tartıları (sevapları) ağır gelenleri, yani hak edenleri günah ve hataların kirinden temizler (tezkiye eder), onları rahmeti ve Cenneti ile mükâfatlandırır.

2-Peygamber (sav) de kendisine verilen peygamberlik misyonu ile, vahiy ile, örnekliği ile dileyenleri tezkiye eder. (Bekara 2:151)

3-En nihayet insan kendi özgür iradesiyle hidâyeti seçer ve İslâmın sunduğu imkanlarla, amellerle (ibadetlerle) nefsini tezkiye der. Kalbe yük olan, nefsi kötülüklere sürükleyen inanç ve meyillerden, niyetlerden, kirlerden, pisliklerden, günah eylemlerden arınmaya çalışır.

Demek ki tezkiyede kulun isteği, serbest iradesi ve çabası önemlidir. O arınmayı ister ve tezkiyenin araçlarını devreye sokarsa; işte o zaman Allah (cc) tıpkı arzu edene Kur’an’ı anlamayı, (Kamer 54:17,22, 32, 40), kolay olanı (Cennet’e gitmeyi) isteyene daha da kolaylaştırdığı (Leyl 92:5-7) gibi; tezkiyeyi de onu isteyene kolaylaştırır.

Tezkiye olan kendisi için arınmış olur.  ﴾Fâtır 35:18) Kim günahları terkeder ve sâlih ameli artırırsa o nefsini tezkiye etmiş olur. Arınmanın sonucu ve faydası kendisinedir.

Maddi ve manevî arınmayı emreden İslâm, insanların nefislerini temize çıkarmalarını ve arınmış olma iddiasında bulunmalarını yasaklıyor.

“Kendilerini temize çıkaranları (yüzekkihim) görmedin mi? Hayır! Allah dilediğini temize çıkarır (yüzekkâ)..” (Nisâ 4:49-50. Bir benzeri: Nûr 24/21)

Allah (cc) âyetlerini az bir para karşılığı satanları âhirette (Bakara 2:174-175),

Allah (cc), verdikleri sözü değiştirenleri, yeminlerini az bir para karşılığı satanları (Âli İmran 3:77) tezkiye etmeyecek. 

Kimi tezkiye edeceğine, kimin faziletli olduğuna karar veren Allah’ın iradesidir. Onun hükümleri de keyfi olmayıp, kendi ilmine, kulların niyet ve ameline dayalıdır. 

Dünyada iken vahiy ile tezkiye olanlar kurtulur (felaha erer). (Şems 90:7-10. A’la 87:14-15) Onların âhirette yeri Adn cennetleridir. (Tâhâ 20:76)

Peygamber’in (sav) gönderiliş amaçlarından biri de onun ümmetini tezkiye etmesidir. Bu gerçek Kur’an’da dört defa yer alıyor.

“Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran (yüzekkîküm), size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara 2:151. Ayrıca bkz: Âli İmran 3:164. Cumua 62:2. Bakara 2:128-129)

Peygamberlerin temel görevi, Allah’ın âyetlerini okuma, yani Allah’tan aldığı vahyi insanlara olduğu gibi bildirme, onları tezkiye etme (arındırma), davranış güzelliğine erişmelerini ve ruhen yücelmelerini sağlamaktır.

Bunun yanında insana yaraşmayan davranışlardan, onlara ceza kazandıracak amellerden kurtulmaları için onları eğitme, kitabı ve hikmeti öğretme ve örnek olmaktır. (Komisyon, Kur’an Yolu (DİB), 5/271)

İlk vahiylerde sık sık üzerinde durulan tezkiyenin dinin temel amacı olduğunu söylemeliyiz. Zira vahiyden mahrum, ilâhi eğitim metodundan uzak kalan, hayatına İslâmın ilkeleriyle yön vermeyen herkes nefsini kirletir.

Vahiy şunlarla iman edenleri tezkiye eder, bir anlamda eğitir. Bu aynı zamanda vahyin eğitim metodudur.

-İslam dışı inançlardan, kanaatlerden kalbi, zihni ve duyguları uzak tutarak, tevhidi bilinçle,

-Günahları tanıtarak ve onlardan sakınarak,

-Tevbe ve istiğfar etmeyi, bunların olgunlaşmada önemli olduğunu  öğreterek,

-Sâlih amel, en faydalı, en sağlam, en sevap getirici dine uygun, kulluk olan  eylemleri öğrterek, bunların yapılmasını teşvik ederek,

-Dua, zikir, tesbîh yapılmasını emrederek,

-Tefekkür, tezekkür, tedebbür, akletmeyi tavsiye ederek,

-Ölümü, yeniden dirilişi, kıyameti ve âhireti hesaba katmayı, çokça hatırlamayı öğütleyerek,

-Kalplerden kin, haset, gıybet, dünyaya aşırı tutkunluk, hırs ve günaha meyletme isteğini çıkarmayı tavsiye ederek,

-Allah için vermeyi, infak etmeyi, yapmayı emrederek,

-Kur’an okumayı, anlamayı ve hayata aktarmayı göstererek.

 
Hüseyin K. Ece
31.08.2021
Zaandam

 

[1] Kutluer, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 22/109

[2] İbn Fâris, A. Mekâyisu’l-Lüğah, s: 596. İbni Manzur, M. B. M. Lisânu’l-Arab, 10/263

[3] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 513

[4] Kalkan, A. Ansiklopedik Kur’an Kavramları, 6/48

[5] İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 1/790-791

[6] Esed, M. Kur’an Mesajı, 3/1287

[7] Esed, M. Kur’an Mesajı, 3/1095