(Esâtiru’l-evvvelîn üzerine)

Kur’an’da bir kaç âyette Vahy’in veya son Elçinin davetine karşı çıkanların “bu senin dediklerin -esâtırul-evvelîn’dir-eskilerin söylentileri-masallarıdır” dediklerini anlatıyor.

Rasûlullah zamanında veya sonradan  çirkin bir şekilde tepki verenler, bunu inkârlarına bir bahâne olarak kullandılar, kullanırlar.

Onlar hem “öncekilerin böyle saçma sapan söylentileri” olduğunu iddia ederler, hem de bu söylentilerin hakikat olmadığını söylemiş olurlar. Böylece Vahyin çağrısını ve dediklerini de masallara-söylentilere benzetip karşı çıkarlar.

Şüphesiz bu tavır, Vahyin getirdiği sağlam delillere, gerçek haberlere karşı fikri/tezi, görüşü, sağlam bilgisi olmayanların ucuz itirazlarıdır. Ya da dayanaksız iftiralardır.

 

-Sözlükte esâtir

Bunun aslı “setara” fiilidir ki, yazı, hat yazmak demektir.

Araplar; “satara fülânun keza” sözüyle “falanca kişi şöyle bir şeyi satır satır yazdı” derler. 

Kur’an’da bir âyette geçiyor.

“Nûn; kalem ve onunla yazılanlara (yesturûn) and olsun ki, sen Rabbinin nimetine uğramış bir kimsesin, deli (cinlenmiş) değilsin.” (Kalem 68/1-2)

 

-Bu kökten gelen kelimeler

Bu kökten gelen bir kaç kelime daha var. Bunlardan bir kaç tanesi Kur’an’da geçiyor. Şöyleki:

-es-satru; satara fiilinin masdarı. Bu da kitap veya yazıdan, dikilmiş ağaçlardan ve(ya) ayakta duran bir topluluktan meydana gelen bir hat, sıra veya dizi demektir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/181-182. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 339)

-Mestûr; satır satır yazılmış, satırlara dökülmüş.

“Ne kadar memleket varsa hepsini kıyâmet gününden önce ya helâk edeceğiz, ya da şiddetli bir azapla cezalandıracağız. İşte bu, Kitap’ta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış bulunuyor.” (İsrâ 17/58

“... bu kitapta mestûr olarak bulunuyor.” Yani; “tesbit edilmiş, yazılmış, kaydedilmiş veya hıfzedilmiş (korunmuş) bulunuyor”.

“Tûr'a, yayılmış ince deri üzerine satır satır yazılmış (mestûr) Kitab'a, Beyt-i Ma'mûr'a, yükseltilmiş tavana, dolu denize andolsun ki, Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır. Ona engel olacak hiçbir şey yoktur.” (Tûr 52/2)

“Müminlerin, Peygamberi kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir; onun eşleri onların anneleridir; akraba olanlar, miras hususunda, Allah'ın Kitap'ında birbirlerine müminler ve muhâcirlerden daha yakındırlar. Dostlarınıza yapacağınız uygun bir vasiyet bunun dışındadır. Bu Kitap'ta yazılı (mestûr) bulunmaktadır.” (Ahzab 33/6)

-satûr; kasap bıçağı, satır, settâr; kasap anlamına gelir.

-ıstetır; bir yazıyı kendisi için yazmak, bunun özne ismi (ism-i fail’i) mustetır; bunu yapan, mustetar ise; satır satır yazılan demektir. Bir âyette geçiyor.

“Küçük, büyük her şey satır satır yazılmıştır (mustetır’dır).” (Kamer 54/53)

-settara; bir kimsenin uydurma, aslı esası olmayan söz söylemesi, bâtıl ve yalan şeyleri süsleyip anlatması demektir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/182)

-musaytır; ‘saytera’ fiilinin özne (fail) ismidir. Araplar; “seytara fülânün alâ kezâ” veya “seytara aleyhi-falan kişi şöyle bir şeyin üzerine tıpkı bir satırın durduğu gibi durup ona nezaret ediyor” derler. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 339)

-musaytır; bir şeyin üzerinde olup onu gözetleyen, ona üstün gelmek üzere ona musallat olan (gözeten), durumunu kontrol eden, yaptıklarını kaydeden, murakıp demektir. “seytarte aleynâ-bize musallat oldun, bize hâkim olmaya kalkıştın” denir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/182)

Kur’an’da iki âyette geçiyor.

“Sen (ey Elçi) onların üzerinde bir musaytır (bekçi, murakıp, gözetleyici) değilsin.” (Ğâşiye 88/22)

Yani sen onların üzerine musallat olan biri değilsin. Zira musaytır; musallat olan, birisi üzerinde zorlayıcı gücü olan demektir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/182)

“Yahut Rabbinin hazinelerinin kendilerinin yanında bulunduğunu mu, ya da kendilerinin her şeye hâkim (musaytır) olduğunu mu (zannediyorlar?)” (Tûr 52/37)

Burada musaytır kelimesinin kullanılması Allah’ın; Ra’d 13/33.  âyetindeki ‘kâim’, En’am 16/04. âyetinde ‘hafîz’ sözünü kullanmasına benzer. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 339)

 

-Esâtır ne demektir?

Dizi anlamında ‘satr’un çoğulu ıstâr, ıstar’ın çoğulu da esâtır’dır. Bu da efsâne, hurâfe, bâtıl, uydurulmuş sözler, şeyler demektir. Ya da düzensiz bir şekilde söylenen sözler... Araplar; “etânâ bi’l-esâtır-Birisi bize uydurmalarla geldi” derler.  (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 7/182. Şevkânî, M. Fethu’l-Kadîr, s: 1208)

“Esâtîr kelimesinin tekili olan ustûre, Arapça’da daha çok eğlence ve şenliklerde hoşça vakit geçirmek için anlatılan, eski dönemlere ait abartılı veya asılsız hikâyeler, masallar için kullanılırdı. Müşrikler Kur’an’ın inanılırlığına gölge düşürmek için sık sık onun “eskilerin masalları” olduğunu ileri sürerlerdi.” (Taberî, Câmiu’l-Beyân, 5/170. Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/312)

Elmalılı’ya göre; ‘esâtir; ustur, ustûre, estirin veya estire’nin çoğulu. Ya da ustur’un çoğulu estâr, estâr’ın çoğulu da esâtır… Bazıları bunu öncekilerin yazdığı şeyler, bazıları hurâfeler, bâtıl, uydurma, saçma, masal şeyler demişler.

Esâtiru’l-evvelin; saçma sapan şeyler olduğu için değil Rüstem, İsfendiyar hikâyeleri gibi faydasız sözler olduğu için denilmiş.

Esâtirin bugünkü anlamıyla tarihler, önceki zaman olarak anlaşılması da mümkün... (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 3/406)

 

-Esâtıru’l-evvelîn Kur’an’da nasıl geçiyor?

Kur’an’da “esâtirul-evvvelîn” deyimi dokuz sûrede dokuz defa yer alıyor.

Bunların sekiz tanesinin Mekkî sûrelerde yer alması dikkat çekici... Zira Mekkî sûreler genelde inanç konularından, -özellikle Allah ve âhirete imandan-, vahiyden, geçmiş kavimlerin olaylarından, müşriklerin vahye karşı tavırlarından, onlara verilen cevaplardan bahseder.

Vahiyden yüz çeviren, karşı çıkan, hatta Kur’an’ın davetiyle çeşitli araç ve yöntemlerle mücadele eden müşrikler, kafirler, -özelde Peygamber dönemindeki müşrikler- Kur’an’ın dedikleri hakkında; “bunlar eskilerin söylentileri, masalları” dedikleri, onun vahiy değil, Muhammed’in uydurduğu düzme şeyler olduğunu iddia ettiler, ederler.

Bu öteden beri Hak davete karşı çıkan, aklını kullanmayanların, âyetlere kör ve sağır olanların genel tavrıdır.

Ancak bu tavrın kendileri hakkında kötü bir şey olduğunu, masal dedikleri vahiy sözlerinin günün birinde gerçekleşeceğini akletmezler.

Türkçe mealler bunu; öncekilerin masalları, eskilerin masalları, evvelkilerin masalları, eskilerin efsâneleri, geçmişin masalları, eski çağların/zamanların masalları, öncekilerin hikâyeleri, eskilerin uydurmaları şeklinde çevirmişler.

Şimdi bu âyetlere bakalım:

 

-İnkârcılar Allah’ın âyetlerine masalımsı şeyler derler

‘Esâtirul-evvvelîn’ ifadesi nüzûl sırasına göre ilk defa Kalem Sûresinde, müşriklerin elebaşlarına ait bir tepki ve iftira olarak yer alıyor.

Kur’an Rasûlüllah’a hitaben şöyle diyor:

“Yemin edip duran, aşağılık,

daima kusur arayıp kınayan, durmadan söz taşıyan,

iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günaha dadanmış,

kaba saba; bütün bunların ötesinde bir de soysuz olan kimseye

mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme.

Ona âyetlerimiz okunduğu zaman o, ”Öncekilerin masalları (esâtirul-evvvelîn)” der.” (Kalem 68/10-15)

Onlar Allah’ın âyetlerini duydukları zaman alay etmek, yalanlamak, Allah katından gelmediğini iddia etmek için böyle derler. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/188)

Peygamber zamanındaki müşriklerin elebaşları hakkında inen bu âyetler (Suyûtî, Esbâbu’n-Nüzûl, s: 429. Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3126) onların genel karakterinin özeti gibidir. Hakkı küçümsemek, kibir ve aldanış…

Onlar Kur’an’ın davetine karşı çıktılar. Zira onlar her ne kadar mal mülk, çoluk çocuk sahibi olsalar da, kötü ahlâklı, İslâmın günah dediği şeyleri zevkle yapan, haksızlık yapmaktan çekinmeyen, insanlığını kaybetmiş, bir anlamda soysuzlaşmış kimselerdi.

Âyetler Allah’ın Rasûlüne bir uyarı idi. Zira o zamanki müşrikler İslâm konusunda taviz vermesini bekliyorlardı. Elçi, onların varlıklı veya konumlarına bakarak vahiy konusunda taviz veremezdi. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 5/356)

Âyetler mü’minleri de uyarıyor. Bu kötü sıfatlara sahip müşriklerin zenginliklerine, makamlarına, çok oluşlarına, kalkınmış olmalarına aldanıp imanlarından ve İslâmî hayatlarından taviz vermemeli. Kimliklerini terketmemeli. Onlara boyun eğmemeli. Onların dünya görüşlerinin, hayat anlayışlarının daha iyi, daha ileri, daha gösterişli olduğunu zannetmemeli.

Onlar müslümanların taviz vermesini, kendilerine benzemelerini veya kendi hayat tarzlarını benimsemelerini bekleseler de, ümit etseler de... Hatta buna müslümanları zorlasalar da…

Üstelik bunlar Allah’ın âyetleri kendilerine okununca veya duyunca hemen iftira ederler. “Bunlar eski nesillerin uydurduğu, düzme, aslı olmayan, masalımsı şeylerdir” derler.

Gün gelecek bu İslâmi daveti ve bunu kabul eden müslümanları küçümseyen, inandıkları âyetlerle alay eden kibirli adamların gururu kırılacak, burunları sürtecek... (Kalem 68/16)

Nitekim Kur’an’ın davetiyle yıllarca mücadele eden Mekkeli müşrikler Peygamber’in hayatında bu sonucu gördüler.

Kalem 68/14. âyette geçen ‘benûn-çocuklar/oğullar’ mecazî olarak “geniş bir destek” veya “çok sayıda taraftar” anlamına gelebilir. Mal/servet ile birlikte zenginliğe ve (bundan doğan) güce işaret eder.

Bunu dünyalık bir başarı ve üstünlük kabul eden de erdemli olmak istemeyen, ya da ilâhi bir rehberliği ihtiyaç duymayan zihniyeti göstermeyi amaçlar. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 3/1175)

 

-Bazıları Kur’an’ı Muhammed uydurdu derler

“İnkâr edenler, “Bu Kur’an, Muhammed’in uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da bu konuda ona yardım etmiştir” dediler. Böylece onlar haksız ve asılsız bir söz uydurdular.

“(Bu Kur’an, başkalarından) yazıp aldığı öncekilere ait efsânelerdir (esâtirul-evvvelîn). Bunlar ona sabah akşam okunmaktadır” dediler.” (Furkan 25/4-5)

 İnkârcılardan Vahyin ilk muhatapları ve benzerleri Kur’an hakkında  gerçek olmayan, temamen asılsız (yalan) iddiada bulunurlar.

Zulüm aslında eşyayı ait olmadığı yere koymaktır. Kur’an Allah’ın vahyettiği hak kitap iken, onlar onun hakkında ona yakışmayan, aslı olmayan sözler sarfederler. Böylelerinin vahiyle ilgili ikinci şüpheleri “Kur’an öncekilerin anlattığı söylentiler, satırlara yazılmış haberlerdir, onu Muhammed iddialarını desteklemek için yazıp düzdü” demeleridir. (Şevkânî, M. Fethu’l-Kadîr, s: 1208)

Mekkeli müşrikler Kur’an’ın davet ettiği ölçülerin öteden beri devam edip gelen düzenleri/hayat tarzları için zararlı gördüklerinden, İslâmî davetin etkisini azaltmak için her çareye başvurdular. Bu çarelerden biri de Rasûlüllah’ın birilerinden yardım alarak “Kur’an’ı kendisi uydurdu” iddiasıydı. Üstelik onlara göre onun dedikleri eskilerin söylentilerdir.

Kur’an gibi her yönüyle mu’cize olan bir kitabın bir kaç kişinin yardımıyla bir beşer tarafından meydana getirilmesi temelsiz bir iddiadır. Takip eden âyette onun her şeyi bilen Allah tarafından Elçi’ye indirildiği söyleniyor. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 4/128)

Şüphesiz bu iddia Kur’an’ın davetinden yüz çeviren, atalarının yanlış yoluna veya kendi nefislerinin hevâsı (kuruntusuna) uyanların ağızlarında geveledikleri yalanlardır, temelsiz iddialardır. (Bkz: Nahl 16/103)

 

-Bazıları “öldükten sonra dirilmek eskilerin söylentileridir” derler

Kur’an ısrarlı bir şekilde dünya hayatının bir gün sona ereceğini, kıyâmetin yani yeniden dirilişin ve âhiret hayatının olacacağını söylüyor. Özellikle Mekke döneminde inen sûrelerde bu vurgunun daha yoğun olduğunu görüyoruz.

Buna rağmen müşrikler, onu ve onu tebliğ eden Elçi’yi yalanlamak üzere öldükten sonra dirilmenin “eskilerin söylentisi” olduğunu ileri sürdüler. Atalarının da buna benzer söylentilere, tehditlere muhatap olduklarını ifade ettiler.

“İnkâr edenler dediler ki: “Biz ve babalarımız toprak olmuş iken mi, gerçekten bizler mi (diriltilip) çıkarılacağız?”

“Andolsun, bizler de bizden önce babalarımız da bununla tehdit edilmiştik. Bu, öncekilerin masallarından (esâtirul-evvvelîn) başka bir şey değildir.” (Neml 27/67-68)

Kur’an inkârcıların bu kesin habere ve olaya inatçı tavrını bir başka yerde şöyle haber veriyor:

“Öncekiler: "Ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuzda mı diriltileceğiz?

Andolsun, biz de bizden önce atalarımız da bununla tehdit edildik.

Bu, öncekilerin uydurduğu masallardan (esâtirul-evvvelîn) başka bir şey değildir.” (Mü’minûn 23/81-83)

Kur’an’ın inmeye başladığı dönemde İslâma davet edilen müşrikler/inkârcılar hem Kur’an’ın bu haberlerini hem de Rasûlullah’ın davetini, dediklerini yalanladılar. Allah’ın toprağa karışan ölülerini dirilteceğini inkâr ettiler. Kabul etmeye yanaşmadılar.

Üstelik bu gerçeklere;  “atalarımız da böyle bir ile tehdit edilmişti, bu öncekilerin uydurmalarıdır. Halbuki onlar ve biz böyle bir şeyin gerçekleştiğine şâhit olmadık. Bunun gerçekliği bize çok açık değil” diyerek alay ettiler. Bu vaid (korkutma) öncekilerin satırlara yazdıkları yalanlardan başka bir şey değildir. Öyleki bunu isbat edemediler ama anlatıp duruyorlar” dediler. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 10/10)

Hakkı inkâr edenlerin öteden beri karşı tavrı böyledir.

Onların bir kısmının buna karşı çıkışının gerekçesi; “biz toprak olmuşken…” şeklindedir. Atalarının, kendilerinin, hayvan ve bitkilerin nasıl hayat bulduklarını akıllarına getirmeden…  

“İnsanı görmedin mi ki, Biz kendisini bir nutfeden yarattık. Şimdi açıkça bir hasım oluverdi. Yaratılışını unuttu da bir örnek getirdi;

“Bu kemikler çürümüşken onları kim diriltir” dedi.

De ki: Onları ilk defa yaratan diriltir ve o her çesit yaratmayı bilir.” (Yâsîn 36/77-79)

Anlaşılıyor ki, önceki peygamberler de muhataplarından benzer tavırlar gördüler. Onların kavimleri de âhireti ve orada olacak hesabı inkâr ettiler. Kendilerini buna inanmaya davet eden elçilere de karşı çıktılar.

Demek ki hakikate karşı çıkmak, hakikate çağrı yapanlara cephe almak öteden beri yalan veya aslı olmayan uydurma şeyleri din edinenlerin âdeti imiş.

Allah (cc), putperestlere kendi varlığını ve gücünü isbat eden deliller söyleyip, akıllarını kullanmaya çağırırken onlar yine de inkârcılıkta direndiler. Mü’minûn 81. âyette onların yeniden dirilme üzerine tartıştıkları anlatılıyor.

Buna göre âhiret hayatını inkâr etmek sadece Mekkeli müşriklerin huyu değilmiş. Günümüzde de bu tavır değişmedi.

Âhireti inkâr edenlerin eskiden beri ileri sürdükleri bahâne ile, günümüzdekilerin bahâneleri aynı: “Çürüyüp toprak olmuş beden, kemik nasıl tekrar canlanabilir? Bu iddia eskilerden kalma söylentilerdir.” (Komisyon, Kur'an Yolu DİB, 4/71)

Abdullah b. Abbas’tan şöyle nakledilmiş: “Âs b. Vâil, elinde çürümüş bir kemikle Allah Rasûlü’nün yanına gelmiş. Eliyle kemiği ufaladıktan sonra; “böyle toz hâline geldikten sonra bu mu dirilecek?” dedi. Rasûlüllah da; “Evet Allah bunu diriltecek. Nitekim O seni de öldürecek, sonra diriltip Cehennem’e atacak” dedi. Bunun üzerine Yâsîn 36/77ten sonuna kadar olan âyetler indi.” (Hâkim, el-Müstedrek 2/466 sahih kaydıyla. (Abdullah b. Abbas’ın o zaman henüz doğmadığını veya çok küçük yaşta olduğunu, dolaysıyla bu olaya şâhit olamayacağını hatırlamak gerekir) Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 10/464. Suyûtî, Esbâbu’n-Nüzûl, s: 344. Vahidî, Esbâbu’n-Nüzûl, s: 247)

Bazı ilk dönem tefsircilerine ve kaynaklara göre ise ilgili kişi Übeyy b. Halef idi. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 10/464)

 

-Bazıları iman etmeyip Allah’ın azap va’dini “eskilerin masalları” diye hafife alırlar

Kişinin ana babasına iyilikle muamele, onlara dua etmesi Allah’ın emri ve hoşnut olacağı bir şeydir. Böyle yapmak sâlih ameldir ve bunun ödülü, yapılanlardan daha güzel karşılıkla Cennettir.

Lakin insanlar arasında öylesi de vardır ki; “iman et, Rabbine kulluk yap” diyen anne ve babasına,

“Öf size! Benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken, beni tekrar diriltilecek olmakla mı tehdit ediyorsunuz?” diyen kimseye, onlar Allah’a sığınarak, “Yazıklar olsun sana! İman et, Allah’ın va’di gerçektir” diyorlar, o da, “Bu, eskilerin masallarından (esâtirul-evvvelîn) başka bir şey değildir” diyordu.”  (Ahkaf 46/17)

Müslüman ana-babalar çocuklarının iyi olmasını, kendileri gibi inanmalarını, dindar olmalarını isterler.

Burada iyi niyetli bir ebeveynin çocuklarının müslüman olmasını istemeleri ve çocuğun buna tepkisi anlatılıyor. Elbette bu tavır, Kur’an’ın vahyinden beri bu şekilde olumsuz tepki veren çocukların/kişilerin tavrıdır.

İnkârında bayağı cesaretli olan bir çocuk anne-babasına; “siz beni yeniden dirilmekle, dirildikten sonra hesaba çekilmekle mi tehdit ediyorsunuz? Halbuki bizden önce bunu iddia eden pek çok nesiller geçti ama bu dediğiniz olmadı. Dediğiniz gibi ben öldükten sonra dirileceksem, benden önce gelip geçenleri dirilmeleri gerçekleşirdi.” (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/287)

Anne-baba bu tepki karşısında belli ki üzülüyorlar, âdeta feryat edercesine; “sana yazıklar olsun, iman et (hakikati bul), Allah’ın va’di haktır” deseler de inkârında direnen çocuk onları yine yalanlayarak; “Allah’ın va’di dediğiniz şey, aslı olmayan yazılan/söylenen söylentiler, iddialardır” der.

Buradaki veyl’i “sana yazıklar olsun” diye anlamak isabetli. Zira bunda azarlayarak özendirme var...   (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/109)

Bu tutum ve tepki öteden beri, günümüzde de ölümden sonraki hayat gerçeğini inkâr edenlerin huyudur. Vahiy, ilk peygamberden beri ısrarlı bir şekilde dünya hayatının biteceğini, yeniden diriliş ve âhiret hayatının olacağını, orada dünyada yapılanlardan hesap vermenin gercekleşeceğini söylese de, böyleleri aldırmaz.

Üstelik bu hakikate öncekilerden kalma iddia, masal, söylenti, yazılıp dizilen ve anlatılan bir şey olduğunu söylerler. Kimileri de “biz tarihten beri öldükten sonra dirilip bize mezarda/âhirette olanları haber veren birini de görmedik” derler. İnkârlarında direnirler, âhirete iman edenlerle de alay ederler.

Bunlara Kur’an diliyle “veyl-size yazıklar olsun” demek revâdır.

Bu âyetle ilgili bazı rivâyetler var:

Muâviye’nin Medine valiliğine getirdiği Mervân b. Hakem, onun emri gereğince halkı Yezîd’in veliahtlığı için biat etmeye zorluyordu. Abdurrahman, “Bu Herakliyüs usulüdür, siz bunu mu getiriyorsunuz?” diyerek bu biata itiraz etti. Mervân bu âyeti kastederek, “İşte bu âyet senin için gönderildi” dedi ve Abdurrahman’ın tutuklanmasını emretti. Abdurrahman kardeşi Âişe’nin (r.anha) evine sığınarak kurtuldu. Âişe, Mervân’ın iddiasını reddederek, “Bizim hakkımızda gelen âyet bu değil, benim beratımla ilgili olan âyettir” dedi. (Buhârî, Tefsîr 46/1 no: 4827. İbni Kesir, bu rivayet ve Nesâî’nin Muhammed bir Ziyad kanalıyla gelen bir rivayetine yer veriyor. Bkz: Muhtasar Tefsir; 3/321)

İbni Ebî Hâtim adlı tefsirci Süddî’den nakletmiş: Bu âyet Abdurrahman b. Ebu Bekr hakkında indi. Müslüman olan ve kendisini İslâma davet eden anne-babasını reddederek, ölmüş Kureyş büyüklerini kasdedip; “hani falan, falan neredeler?” demiş. Ama o daha sonra müslüman oldu. (Suyûtî, Esbâbu’n-Nüzûl, s: 368. İbni Kesir ise bu rivâyeti reddediyor. “Zira o bundan sonra iyi bir müslüman ve zamanının seçkinlerinden oldu” diyor. İbni Kesir, Muhtasar Tefsir; 3/320)

İbni Abbas’tan gelen bir rivayete göre bu ayette kasedilen kişi Abdullah b. Ebu Bekr’dir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/287)

Mina adlı tabiî’nin Aişe’den (r.anhâ) işittiğine göre, o bu âyetin kardeşi Abdurrahman hakkında indiğini reddetti. Bu âyet “falan oğlu falan hakkında nazil oldu” diyerek bir adamı işaret etti. (Suyûtî, Esbâbu’n-Nüzûl, s: 369)

Her ne kadar kaynaklarda bazı ayetlerin iniş sebebi olarak bazı rivâyetler yer olsa da; –sahih olup olmadıkları bir tarafa- âyetlerin yanlış anlaşılmasına, hükümlerinin, haberlerinin, verdikleri dersin daraltılmasına yol açabilir. Belki hangi olay ve kişi hakkında indiği merak edilebilir. Lâkin nüzûl sebebine takılmamak gerekir. Aksi hâlde âyetin yalnızca hakkında indiği kişi veya olayla ilgili olduğu zannedilebilir.

Takip eden âyette şöyle buyuruluyor:

“İşte onlar, kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş topluluklar içinde, haklarında o sözün (azabın) gerçekleştiği kimselerdir. Şüphesiz onlar ziyana uğrayanlardır.” (Ahkaf 46/18. Bir benzeri: Hûd 11/119) Yani böyleleri hakkında da Allah’ın yasası (sünnetullah) devreye girer.

 

-Bazıları her türlü mucizeyi (âyeti) görseler de, duysalar da “bunlar öncekilerin masallarıdır” derler

Muhammed (sav) elçilik görevine başlayınca müşriklerin itirazlarıyla sözlü ve fiilî eziyetleriyle karşılaştı. Müşrikler İslâmî davete engel olmak için hafiften ağıra doğru farklı yöntemler kullandılar. Alay etmekle başlayan bu engelleme çabaları müslümanları Mekke’den tehcire kadar uzadı.

Onların vahye karşı olumsuz tavırlarından bir tanesi de Kur’an’ın dediklerine “öncekilerin uydurduğu masallar” suçlamasını yapmalarıdır.

Âyetler İslâm’a düşmanlık edenlerin tavırlarına ve bunun doğuracağı sonuçları haber veriyor:

“İçlerinden, (Kur’an okurken) seni dinleyenler de var. Onu anlamamaları için kalpleri üzerine perdeler (gereriz), kulaklarına ağırlık koyarız. Her türlü âyeti (mucizeyi)  görseler de onlara inanmazlar.

Hatta tartışmak üzere sana geldiklerinde inkâr edenler, “Bu (Kur’an) evvelkilerin masallarından (esâtirul-evvvelîn) başka bir şey değil” derler.

Onlar başkalarını ondan (Kur’an’dan) alıkoyarlar, hem de kendileri ondan uzak kalırlar. Onlar farkına varmaksızın, ancak kendilerini helâk ediyorlar.” (En’am 6/25-26)

Allah (cc) kendisine bir takım putları ve heykelleri eş tutan müşriklerin kalplerinin üzerine perde, engel koyar. Bundan dolayı da Kur’an’ı işitseler bile anlamazlar. Halbuki her âyet (kanıt), delile itibar edenlere göre Allah’ın birliğinin, Muhammed’in (sav) doğru söylediğinin ve nübüvvetinin belgesidir. Lâkin inatçı müşrikler ve inkârcılar bu gerçeği tasdik ve ikrar etmezler.

Hatta Peygamber’e gelen vahiy hakikatın ta kendisi olmasına rağmen onunla tartışmaya kalkışırlar. Allah’ın âyetleriyle mücadele ederler, onun gerçek olduğunu kabul etmezler. Üstelik Allah’ın bu sağlam belgelerini işittikleri zaman; “bunlar eski kavimlerin söylentileridir” derler. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 5/170)

Demek ki o zaman müşriklerin bazıları Kur’an’ı dinliyorlardı. Ama onun ne dediğini öğrenmek, sonra da samimiyetle inanmak veya hükümleriyle amel etmek için değil, eksiğini bulmak, alay etmek veya karşı çıkmak için dinledikleri anlaşılıyor.

(Tıpkı bir kaç asırdan beri Kur’an ve İslâm üzerine çalışma, inceleme, araştırma yapan müsteşrikler (oryantalistler) gibi. Ki bunların çoğunun amacı Kur’an’da eksik, çelişki, yanlış bulmak, müslümanların açıklarını yakalamak, oradan İslâma yüklenmekti. Günümüzdeki kişi ve kurumlar tarafından İslâm ve müslümanlar hakkındaki yaptıkları araştırmaları ve yayınlar amaç bakımından farklı değil...)

İçinde yetiştikleri ortam, yapmaya alıştıkları, kendilerinin normal gördüğü ama aslında yanlış, çirkin ve zararlı bir takım davranışlar, şirk, hurâfe, bâtıl gibi inançlar sebebiyle iç dünyaları kirlenmiş idi. İç dünyasının kirlenmesi demek, temiz fıtratın kirlenmesi, ya da fıtratın gereğinin yapılmaması demektir. Temiz fıtrata uymayan işler yapanlar doğruyu yanlıştan, hakkı sapıklıktan, faydalıyı zararlıdan, hakikati yalandan ayıramazlar.

Bu gibi kimselerin buna benzer kabiliyetleri kaybetmesi; Allah’ın onlara peşinen bir hükmü değil, kendi tercihlerinin bir sonucudur.

Bu durum Allah’ın bir yasasıdır (sünnetullah’tır). Kimileri vahye öylesine hasım olurlar ki kendileri isteyerek, farkında olarak kulaklarını ve iradelerini ona kapatırlar.

Âyette bunu Allah (cc) kendisine nisbet ediyor ve “kalpleri üzerine perde, kulaklarına ağırlık koyarız” şeklinde ifade ediyor. Demek ki Kur’an’ı duyduğu hâlde ona hasımlık edenlerin hidâyete gelme ihtimali yoktur. Kalplerine perde, kulaklarına ağırlık konulmasını hak ederler. Bu sonuç kendi tercihlerinin karşılığıdır.

Böyleleri bir de vahyin ve muhterem Elçi’nin haber verdiklerine, uyarılarına “eskilerin söylemi, uydurması, iddiaları...” diye küçümserler. Bunlar kendileri bilerek Kur’an’dan uzaklaşırlar. Bununla da kalmazlar başkalarını da uzaklaştırırlar. (Dâll-mudıl-kendileri saparlar başkalarını da sapıtırlar- gibi)  Bunun için de çok çaba gösterirler. Ellerindeki imkanları kullanırlar.

O zamanki Mekkeli müşriklerin elebaşları olan Ebu Cehil, Utbe b. Rebia, Ebu Sufyan. Şeybe b. Rebia, Velid b. Muğire. Nadr b. Hâris bir gün gelip Peygamber’den Kur’an dinlemişler. Sonra da Mekkelilere acem hikâyelerini ustalıkla anlatan Nadr b. Hâris’e bu konudaki fikrini sormuşlar. O da; “Muhammed’in dediklerinden bir şey anlamıyorum, sadece dudaklarının kıpırdadığını görüyorum. Söyledikleri benim size geçmiş kavimlerle ilgili anlattığım masallardan, söylentilerden başka bir şey değil” demiş. (el-Vahidî, Esbâbü’n-nüzûl, s: 160. Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1179)

İbni Hişâm’ın rivâyet ettiğine göre, Peygamberimizin tebliğinin etkisini azaltmak için çeşitli yollara başvurulur ama başarılı olunamaz. Bunun üzerine, Mekkeli zengin müşriklerden Nadr b. Hâris, “siz, aranızda emin olarak bilinen birine ‘mecnun, sihirbâz’ diyerek ona olan ilgiyi azaltmaya çalışıyorsunuz. Buna kimse inanmaz. Bakın ben onunla nasıl baş edeceğim” demiş. Bu adam bazen ticaret için Irak’a giderdi. O bu yolculuklarında acemlerin, Hire halkının masallarını ve onların aralarında dolaşan rivâyetleri derlemeyi başarıp geri dönerdi. (Ziyad el-Ferrâî, Meâni’l Kur’an, 2/326)

Sonra da onları Kur’an’ı dinlemeye gidenlerin yolları üzerine oturur, onlara bu masal ve efsâneleri anlatır, dikkatlerini anlattığı şeylere çekerek onları uyutmaya ve Kur’an’a yönelmelerinin önüne geçmeye çalışırdı. 

Bu masalları Kureyşlilere anlatırken şöyle dermiş: “Muhammed size Âd kavminin, Semud kavminin hikâyelerini anlatıyor, ben ise size Rüstem’in, İsfendiyar’ın öykülerini anlatıyorum. Ben O’ndan daha iyi bir hikâye anlatıcıyım. Benim anlattıklarım, Muhammed’in sizi davet ettiği şeyden daha hayırlıdır.” Böylece kimileri onun bu anlattıklarına kulak kabartıyor ve Kur’an dinlemeyi terkediyorlardı.

Vakıdî’nin Kelbî ve Mukâtil’den rivâyetine göre aynı adam, bir kimsenin Peygamberimizin etkisine girdiğini duyunca, satın aldığı şarkıcı bir cariyeyi şöyle diyerek ona musallat ederdi: “Ona yedir, içir ve şarkılarınla onu oyala ki başka tarafa ilgisi kalmasın.” (nak. İbni Hişam, Siyer, 1/299-300. el-Vahidî, Esbab’un-Nüzûl, s: 259-260. Abdülfettah el-Kâdi, Esbabu’n-Nüzûl (çev.), s: 305. Ş. Alûsî, Tefsir, 21/67. Zamahşerî, el-Keşşâf, 3/476. Ebu’s Suud, Tefsir, 4/282-283. İbni Kesir, Muh. Tefsir, 3/62) 

 

-Allah'ın manevî körlüğe ve sağırlığa sebep olması

Vahyin indiği dönemde bazıları Rasûlullah’ı ve Kur’an’ı dinledikleri hâlde ondan faydalanmadılar. Zira kalpleri perdeli, mühürlü ve kulaklarında anlamaya engel vardı.

Aslında insanın fıtratı (yaratılışı) Kur’an’ın haber verdiği hakikati kabul etmeye elverişlidir. Lakin iç veya dış etkenler sebebiyle insanların bu yeteneği körelebilir, akletme yetisi zayıflayabilir.

“Müşrikler de gerek atalarından ve çevrelerinden aldıkları telkinler, gerekse çeşitli olumsuz duygu ve davranışlarının tesiriyle inanmaya yatkın olmaktan çıktıkları için kalpleri perdelenmiş, kulakları ağırlaşmış, yani gerçek karşısında duyarsız kalmışlardı.

Şu hâlde onların inkârları, ilâhî kanun uyarınca kalplerinin perdelenmesi kendi tutum ve davranışlarının, bencil duygularının, ön yargılarının, taassup ve inatlarının bir sonucudur; bundan dolayı da yanlış inançlarından ve kötü fiillerinden sorumludurlar.” (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/311)

“Kur’an’ı anlamamaları için kalpleri üzerine perdeler, kulaklarına da ağırlık koyarız. Kur’an’da (ibadete lâyık ilâh olarak) sadece Rabbini andığın zaman arkalarına dönüp kaçarlar.” (İsrâ 17/46)

Bu âyetlerde geçen ‘ekinne’, ‘kinâne’ kelimesinin çoğuludur. Pek tanınmayan garip veya çirkin örtüler demektir. Mecazen inkârcıların yüreklerinde böyle kat kat ve görülmeyen örtüleri anlatır. Bu da Kur’an’ı fıkhederek anlamalarına engeldir. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 3/406)

Bâtıl inançlarına inatla sarılan ve hak daveti dinlemeyi reddeden kişi zamanla hakikati kavrama yeteneğini kaybeder. Böylece kalbi mühürlenmiş olur. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 664)

Bu ifade Bekara 2/7deki “Allah onların kalbini mühürledi” ifadesine benziyor.

Bütün tabiat ve hadisât yasaları Allah tarafindan konulur. Bunlara ‘sünnetullah veya âdetullah’ adı verilir. Bu açıdan kalp mühürleme fiili Allah’a izafe edilse de bu, insanın serbest tercihinin sonucudur. Önceden takdir edilmiş-karar verilmiş bir şey değildir. 

Dahası, dünyada hakikate karşı kör ve sağır olanlar için âhirette hazırlanan azap da böyledir. Yani onların kendi tercihlerinin neticesidir. Tıpkı âhiretteki mutluluğun, insanın takvalı davranarak iç aydınlığı ve huzuru elde etmeye yönelmesinin bir sonucu olması gibi...

Kur’an'da Allah'ın ‘mükâfat’ına ve ‘ceza’sına yapılan atıflar bu şekilde anlaşılmalıdır. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/5 ve 2/499)

Hak kulaklara sahiplerinin izni olmadan ulaşabilir. Lâkin kulağın onu anlaması için anlayan (akleden) bir kalp ve Allah’ın izni gerekir. Hak ne kadar açık, anlaşılır ve gerçek ise de bazı kulaklar onu duymaz, bazı kalpler onu anlamaz.

Duymak ve anlamak da fıtrata konulmuş Allah vergisi bir yetenektir. Allah (cc) inkârcılara ve müşriklere de kalp, kulak, anlama yeteneği vermiştir. Ancak bazı kalpler, sahiplerinin yanlış seçimi sebebiyle perdelenir, dolaysıyla hakka kapalı hâle gelir.

Fıtrattaki yeteneği kapatan bu örtüler/engeller aklın bâtıl, hurâfe, asılsız inançlara saplanması, nefislerin ihtiras ve isteklere tutsak olması sebebiyle bunlar kişide huy hâline gelir (âdeta kendisine mühürlenir). Böylesinde bundan sonra hakkı duyma, kabul etme yeteneği söner. Bu yetenek kişiden kişiye değişir. Herkes bu fıtri güç ile hakikati kabullenme veya reddetme hususunda serbesttir. Ve herkes bunu iyi kötü kullanımdan sorumludur.

Ölümden sonra kimse bir şey yapamayacağı gibi, ruhsal ölüm denilebilecek olan bu yeteneğin solması, körleşmesi, huy olması da böyledir. Bunların gözleri bakar, ama göremez. Kulakları işitir ama duymazlar, duyduklarını anlamazlar. (bkz: A’raf 7/179, 195. Hacc 22/46)

İslâmî davet adına duyduklarının da sıradan şeyler olduğunu zannederler. Ona gerçek değil, hâyal, masal, söylenti diyebilirler.

Burada şunu söylemek mümkün: Hayat ve ölüm Allah’ın iradesiyle ve gücüyle olduğu gibi bu yeteneğin sönmesi, kulakların hakikate sağır, yüreklerin kapalı olması Allah’ın izniyledir. Bu da kulun kendi iradesiyle yaptığı seçimine, sorumluluğuna aykırı değildir.

Bilinmelidir ki, Allah (cc) herkesin fıtratına hidâyeti kabul etme, âlemlerin Rabbine ibadet etme, yani müslüman olma kabiliyetini yerleştirdi. Birisi bu yaratılış sermeyesini kötüye kullanırsa, köreltirse; Allah onu bir daha vermeye mecbur değildir.

Herkes bu nimeti, bu ilâhi lütfu yaratılış amacına uygun kullanmalı. Aksi halde ilâhi nimet önüne konur ama tadamaz, tadmayı bilmez, sonra da; “bunlar eskimiş, kokmuş seyler’ diyebilir. Bunlar “Yüce Yaratıcı’nın nimetleridir” diyenlerle de çekişir, mücadele eder.

Bazıları hak bâtıl ayırmaksızın bütün dinlere esâtiru’l-evvelîn, yani geçmislerin kuruntuları, hurâfeleri derler. Bunun sebebi de kalplerinin hakikate kendi tercihleri sebebiyle kapalı kalmasıdır. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 3/406-407)

Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Biz her elçiyi, mutlaka kendi halkının diliyle gönderdik ki, (hakkı) onlara açık bir biçimde ulaştırabilsin. Artık bundan sonra Allah (sapmayı) dileyeni sapıklık içinde bırakır, (doğru yolu tutmayı) dileyeni de doğru yola yöneltir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İbrahim 14/4)

Âyette lafzen “Allah dileğini saptırır, dilediğine hidâyet verir” deniyor. Bu gibi âyetler “Allah kendisine karşı teahhütlerini bozan fâsıklardan (yoldan çıkanlardan) başkasını sapıtmaz” (Bekara 2/26-27) âyeti ışığında anlaşılmalı. Bir kimsenin sapıtması alınyazısı değil, kesinlikle onun kendi tutum, tercihinin, eğilimlerinin sonucudur.

İnsanın serbest tercihi önemli. Allah (cc) tutum ve davranışlarının gidişine göre asla iman etmeyeceğini bildiği kimseden başkasını saptırmaz. Kalbini mühürlemez. Ya da iman eğilimini bildiği insanların dışında kimseyi de doğru yola iletmez.

Burada Allah’a izafe edilen sapıklık içinde bırakma, ya da kalplerine perde/engel koyma ifadeleri Allah’ın sapıtmaya meyilli kişiyi rahmetin yoksun bırakıp kendi hâline terketmesi, hidâyet verme ifadesi de hak edeni yüzüstü bırakmamasıdır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, 2/518)

Allah (cc), isteyerek inkârcılığı seçip bunda inat edeceğini bildiği kimseyi kendi hâline bırakır. İman seçeceğini bildiği kimseyi de bu yolda başarı ve destek bahşeder. Bu da insanın serbest seçiminin (ihtiyar’ının) sonucudur. (Zemahşerî, el-Keşşâf, 2/607)

Kur’an’a, böyle diyenler müşriklerin elebaşları olsa gerektir. Onlar, “Kur’an ilâhi kaynaklı değil, Muhammed tarafından söylenmiş ama kaynağı eskiden satırlara yazılmış söylentilerdir. Oradan alıp birilerine yazdırıyor” dediler. Mucize olmadığı gibi, yeni bir hakikat de değildir. Öncekilerin masalları gibi, hakikatte manası olmayan hurâfelerdir.

Bu müşrikler; “o Kur’an öncekilerin masalları, onları yazdırmış, sabah akşam onlar kendisine okunuyor" (Furkan 25/5) diyorlar.

Kalblerinin bozukluğundan dolayı "ahsenü'l-hadis" (sözlerin en güzeli) olan hak kelâmı ile geçmişlerin masallarını ve hurâfelerini ayıramayacak durumdalar. Günümüzde Kur’an’a benzer ifadelerle iftira edenler de o müşriklerin çağdaş öğrencileridir. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 3/407)

Tefsir kaynakları her ne kadar bu âyetin yukarıda geçtiği gibi bazı müşrikler hakkında indiğini söyleseler de, hükmü geneldir. Âyetler burada, vahye (Kur’an’a) karşı çıkan inkârcı kişilerin tutumunu haber veriyor. Bu inkârcılar Peygamber döneminde de, daha sonradan da, şimdi de, hatta diğer peygamber zamanında da vardı. Hepsinin ilâhi davete uymamak, Rabbe kulluk etmemek için ileri sürdükleri bahâneler, vahiy hakkındaki iftiraları birbirine benziyor.

Ancak bir sonraki âyet, böylelerinin ölümden sonraki hayatta (âhirette)  bu tavırlarından dolayı duyacakları pişmanlığı haber veriyor. (En’am 6/27)

 

-Bazıları Kur’an vahyine “eskilerin efsâneleri” derler

Kimse yaptıklarının gizli veya yanına kâr kaldığını sanmasın. Allah (cc), herkesin gizlediğini de, açığa vurduğunu da bilir. Üstelik O, hakkı olmadığı hâlde büyüklük taslayanları hiç sevmez.

 Vahiy sürecinde insanlara (ya da günümüzde); “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman, “Öncekilerin masalları (esâtirul-evvvelîn)” dediler.

“Böylece kıyâmet gününde kendi günahlarını tam olarak, bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarının da bir kısmını yüklenirler. Dikkat et, yüklendikleri ne kötüdür.” (Nahl 16/24-25)

Arap müşrikleri Peygamberin veya mü’minlerin yanına uğradıkları zaman gelen vahiyler hakkında böyle derlerdi. Yani kendi bâtıl zanlarına göre “yalan ve kandırmaca” olsun diye başkasına yazdırdıkları, anlattıkları şeyler…(Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 7/574)

Türkçe’ye genelde ‘masallar’ diye çevrilen ‘esâtîr’ kelimesinin tekili olan ‘ustûre’nin, “eskilerin, kafalarına göre yazdıkları, düzüp koştukları şeyler” demek olduğunu hatırlayalım. Kaynakların haber verdiğine göre putperestlerden  bazıları Rasûlullah’ın yanına gitmek isteyenlerin önüne geçer, “Senin ondan duyacakların eskilerin masalları!” diyerek (Taberî, Câmiu’l-Beyân, 5/170) onları geri çevirmeye çalışırlardı.

Hakikati öğrenip kabul etmesini engelleyerek insanları yanıltanlar, kandıranlar, saptıranlar kendi günahlarının yanında, saptırdıkları kimselerin günahlarından da bir pay yüklenirler. Kıyâmet gününde bunun karşılığını elbette alacaklar.

“Kim güzel bir (işte) aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işte) aracılık ederse, ona da o kötülükten/günahtan bir pay vardır. Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Nisâ  4/85)

Allah’ın Elçisi de bu konuda şöyle buyurdu:

“Kim İslâmda ‘hasene bir sünnet-iyi bir çığır’ yaparsa-başlatırsa, onunla amel edildiği müddetçe ilk yapana ecir (sevap) yazılır. Buna karşı o sünneti yapanların sevaplarında bir eksiklik olmaz. Kim de İslâmda ‘seyyie bir sünnet-kötü bir çığır’ başlatırsa, onunla amel edildiği müddetçe ilk başlatana günah yazılır. Buna karşı o kötülüğü yapanların günahlarında bir noksanlık olmaz.” (Müslim, Zekât/69 no: 1017, ilim/15. İbni Mâce, Mukaddime/14  no: 207. Nesâî, Zekât/64. Ahmed b. Hanbel, 4/357, 359, 360, 361)

“Hayra vesile olan, hayrı yapan gibidir. (Müslim, İmâre/133. Ebû Dâvûd, Edeb/115. Tirmizî, İlim/14)

Şüphesiz bu, Peygamber dönemindenki azgın inkârcılar için değil, benzer davranış sergileyen, Kur’an’a eskilerden gelen masal, söylenti, Muhammedin uydurması diyen bütün hakikat düşmanları için geçerli ilâhi bir uyarıdır. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 3/347)

 

-Bazıları vahye hem “eskilerin söylemi, hem de biz de bunun gibisini söyleriz” derler.

“Onlara karşı âyetlerimiz okunduğu zaman, “Duyduk, istesek biz de bunun benzerini elbette söyleriz. Bu, eskilerin masallarından (esâtirul-evvvelîn’den) başka bir şey değildir” dediler.” (Enfâl 8/31)

-“Burada geçen “le-kulnâ (istesek) elbette aynısı söyleriz” diye anlaşılıyor. Bu ifade yerine göre; “ileri sürdü”, “görüş bildirdi”, yahut -sanatsal bir seyi dile getirme söz konusu ise- “kompoze etti/seslendirdi/düzdü” gibi anlamlara gelir.

Bu âyette Kureyş müşriklerinin Kur’an'ın mesajıyla boy ölçüşebilecek şiirsel bir mesaj ortaya koyabilecekleri yolunda sık sık söyledikleri, ama hiç bir zaman gerçekleşmeyen iddialarını dile getiriyor.

Bu, pek tabii, en geniş anlamıyla, çoğu inkârcının vahye karşı benimsediği genel tutumun da bir ifadesidir.” (Esed, Muhammed. Kur’an Mesajı, 1/328)  

Buna karşın Kur’an bu iddiayi ileri süren müşriklere ve günümüzdekilerine defalarca meydan okudu, okuyor. (Bkz: Bekara 2/23)

Yani “onu Muhammed uydurdu, bir yerden alıp yazdırıyor” diyorsanız, “siz de onun gibi bir insansınız. Hatta birilerinin tahsili ondan fazla. Hadi buyurun ortaya Kur’an’ın benzeri bir kitap koyun.” Yapamadılar, yapamazlar. Ancak pişkinliğin sınırı yok. “Yapmak isteseydik, yapardık” dediler, derler. Bir kısmı da duydukları masallarla Kur’an’ı kıyas ederek ona da eskilerin söylentisi, masalları dediler.

Ancak tarihen sabittir ki onların ve ötekilerin masalları silindi gitti. Kur’an ise vahyedildiği gibi, hakikat olduğu gibi duruyor. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/2/541)

Kur’an’a karşı hile kurmaya kalkışanlar “Biz bu Kur’an’ı bir dağ üzerine indirseydik, onu darmadağın olmuş görürdün…” (Haşr 59/21) gereğince Kur’an okunduğu zaman “tamam tamam, işittik, dileseydik biz de aynısını söylerdik, bu (Kur’an) eskilerin söylentilerine benzer bir şey” şeklinde ileri geri konuşurlar. Bu masal söylemi konusunda Mekkeli müşriklerin akıl hocaları Nadr b. Hâris’ten etkilenlendikleri belli.

Aradan asırlar geçti. Ne o zaman bu iddiayı ileri sürenler, ne sonradan Kur’an sıradan bir kitap, Muhammed’in eseri gözüyle bakanlar onun bir benzerini yazamadılar. Ona karşı çeşitli hilelere başvurdular, onunla ve mesaji ile mücadele ettiler, etkisini azaltmaya çalıştılar, anlaşılmasının , hayata müdahele etmesinin önüne farklı engeller çıkardılar. Ama bu çabalarında başarılı olamadılar. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 4/226 )

Azgın ve fanatik müşriklerin ve inârcıların bu sonuçsuz çabaları bugün de farklı şekillerde devam ediyor.

 Hesap gününü yalanlayanlar Kur’an’ı duydukları zaman aynı şeyi söylerler.

O Gün (âhirette) inkârcıları vay hâline; Onlar Hesap Gününü yalanlıyorlar. Halbuki onu ancak haddi aşan günahkârlar yalanlar.

Böyle birine âyetlerimiz okununca, “eskilerin masalları (esâtirul-evvvelîn)” der.” (Mutaffifin 83/10-13)

Böyleleri hayatlarına âhiret inancını sokmazlar ki, dilediklerini, canlarının istediğini yapabilsinler. Zira âhirete iman etmek sorumluluk ve ürperti getirir. Çoğu zaman kişiyi frenler, her istediğini yapmaması gerektiğini hatırlatır.

Allah’ı ve âhiret gününü yalanlayanlar Kur’an’ın Allah’tan gelen bir vahiy olduğunu kabul ederler mi? Ya da vahyi kabul etmeyenler âlemlerin rabbi Allah’a ve âhirete, oradaki hesaba inanırlar mı?

Bu inkârda ileri gidenler ya da inat edenler, Kur’an’ı dinleseler de, onun sebep olacağı etkiyi büyüye benzetirler.

“Sana, kağıt üzerinde yazılmış bir kitap indirseydik ve ona elleriyle dokunsalardı o inkâr edenler yine; “bu açık bir sihirden başka bir şey değildir” derlerdi.” (En’am 6/7)

Allah’tan gelen hakikati inkâr etmek için onların her zaman temelsiz bahâneleri olur.

 

-Adğâsü ehlâm-Karışık rüyalar

Vahiy sürecinde müşrikler Kur’an’a karşı olumsuz tavırlarını “o eskilerin söylentileridir” demekle kalmadılar, “onun Allah’tan gelmediğini, bazı anlamsız, karışık rüya gibi olduğunu” iddia ederek de gösterdiler.

İnsan bilmediğinin düşmanıdır. Gözünü, kulağını, yüreğini, vicdanını ve idrakini vahye karşı, ilâhi çağrıya karşı kapatan kimse açık delil, belge, hatta mucize görse bile, inanmamak için yine bahâne uydurur. Kendi yanlışında saplantılı, fanatik biri kolay kolay kör inadından vazgeçmez. (Vazgeçenlere selâm olsun.)

Onların kulaklarında kendilerinin sebep olduğu hakkı duymalarına engel olan görünmez ağırlık vardır. (Bkz: En’âm  6/25. İsrâ  17/46. Lukman 31/7)

Bunun aslı ‘da-ğa-se’ fiilidir. Bu da sözü karıştırmak, bir şeyi birbirine karıştırmak, rüyayı karışık yorumlamak, demet yapmak demektir.

‘Bu fiilden gelen ‘dığs’, yaşı kurusu birbirine karışmış çeşitli bitkilerden meydana gelen ot demeti demektir. Kur’an’da bir âyette geçiyor:

“Şöyle dedik: “Eline bir demet sap (ot) al ve onunla vur, yeminini bozma.” Gerçekten biz Eyyûb’u sabreden bir kimse olarak bulduk. O ne güzel bir kuldu! O, Allah’a çok yönelen bir kimse idi.” (Sâd 38/44)

‘Dığs, çoğulu adğas’; gerçek olmayan karışık iş ve haber, kendisinde hayır olmayan şey,

‘adğâsü-ehlâm’; karışık olduğu için yorumu ve te’vili zor rüyalar, karmakarışık düşler demektir. “Senin rüyan karışık, açık değil, yorumu zor” denilir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 9/47)

‘Ahlâm’ın kök fiili ‘ha-le-me’, uykusunda düş gördü demektir.

Bu kökten gelen ‘hilm’, yumuşak olmak, düşünerek, teenni ile hareket etmek, aklı başında davranmak,

‘ilhâm’ ise, bir nevi düş görmek, insanın içine doğan, aklına gelen beklenmedik fikir.

Hulum; ergenlik zamanıdır. (Bkz: Nûr 24/58, 59) Zira bulûğa ermiş kişiye ‘hilm-yumuşaklık’ yakışır.

Bu fiilin masdarı olan ‘hulm’ rüya, düş demektir. Çoğulu ‘ehlâm’dır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 184) Bu da uyku halinde görülen ama dış dünyada herhangi bir gerçeğe işaret etmeyen düşe benzer şeylerdir. Bir gerçeğe işaret etmedikleri içinde yorumu yoktur denilebilir. “Guslü gerektiren rüya” anlamındaki ‘ihtilam’ da bu kökten gelir.

Buna göre ‘edğasu ehlâm’ karışık ot demetine benzeyen  karışık rüya, evham, hayâl üzünü düşler demektir. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 3/221)

Bu terkip Kur’an’da iki âyette geçiyor. Birincisi:

Yusuf (as) zindanda iken (kimbilir kaç sene sonra) ülkenin kralı (hükümdarı) yedi cılız ineğin yedi semiz ineği, yedi kuru başağın da yedi yeşil başağı yediğini gördü. Muhtemel ki kral bu rüyasından dolayı dehşete kapılmıştır. Ama bunu önemsediği içindir ki “Ey ileri gelenler, eğer rüya yorumunu biliyorsanız, şu benim rüyamı yorumlayınız” dedi.

Bunu dedikten sonra belli ki rüyasını onlara anlattı. Bu ileri gelenler dediği kişiler belki de ülkenin en iyi yorumcuları olmalı. Bunun üzerine;

“(Onlar) dediler ki: Bunlar karmakarışık düşlerdir (adğasü ahlâm’dır). Biz böyle düşlerin yorumunu bilenlerden değiliz.” (Yûsuf 12/44)

Yorumcular, hükümdarımız, bu senin rüyan açık seçik, anlaşılır değil, tam tersine karmakarışıktır dediler.

“Adğasü ehlâm”; karmakarışık rüyalar anlamındadır.  Çünkü sözlükte dığs; bakla, ot ve bunlara benzer şeylerden bir demek demektir.

Bazılarına göre bu tabir, dehşet, ürküntü verici, karmakarışık düşler demektir. Öyleki bu tür rüyaların te’vili (yorumu) kolay değildir. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1638)

Kralın muhatapları; sanki “bu senin rüyam dediğin şey, yaşı kurusu birbirine karışmış ot demetleri gibi, eskisi yenisi birbirine karışmış uyku hâlleri, gerçekte bir anlamı olmayan, bir takım vehim ve hayâllerden ibaret şeydir. Biz bu karışık düşlerin yorumunu bilmeyiz. Yani ahlam’ın anlamı yoktur ki bilelim” demiş oldular.

Bazıları rüya ile ‘hulum’un aynı olduğunu zannederler. Burada ise ikisi birbirinin karşıtı olarak gelmiş.  Rüyada, ulaşılabilecek, anlaşılabilecek, gerçekte olabilecek gizli anlam olabilir. Hulum ise, bir anlamı olmayan boş bir vehim ve hayâlden ibarettir. Bir dış etki ile meydana gelmiş olsa bile, bir hakikat ifade etmez. Böyle değişik hayâllerin, rüyaların içiçe girmesine “adğasü ahlâm” denir.

Rüya ve hulum uykuda bir takım şekil ve sûretler hâlinde görüldüğü  için her ikisi aynı şey zannedilir. Rüya, görmek anlamına gelen ru’yet kökünden gelir. Bundan dolayı hayâlin ötesinde bir şey hakikatte görülmüş, görülen hayâl insanın iç dünyasında şekillenmiş olabilir. Bundan dolayı tabir edilebilir. Rüya tabiri de, görülen hayâlden bir ipucu bulup arkasındaki hakikati geçebilmektir. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.),)

 

“adğâsü ahlâm”ın geçtiği ikinci âyet:

Kur’an’ın ilk muhatapları Mekkeli müşrikler, onun Allah tarafından indirilmiş olduğunu inkâr ediyorlar ve okuma yazma bilmeyen Muhammed’in de, böyle son derece yüksek edebî yapıya sahip olan Kur’an’ı yazmış olacağına da ihtimal vermiyorlar, olsa olsa onu Arap olmayan birinden öğrenmiş olabileceğini iddia ediyorlardı.

Bu âyet bu tür iddialara cevap veriyor.  

Enbiyâ Sûresinin başında âhirete inanmayanlara ölüm gelip çatsa da onlar ölümden sonraki hayattan gaflet içindedir. Böyle kimseler Allah’tan gelen uyarıların mahiyetini anlamazlar, hatta alay ederler. Üstelik bunlara iman eden kimselere “siz bir sihire mi inanıyorsunuz?” diyerek fısıldaşırlar. Allah’ın Elçisi ise Allah’ın herşeyi bildiğini, her şeyi işittiğini söyler. Müşrikler ise vahyin dedikleri, ayetler hakkında;

“Hayır, bunlar karma karışık yalancı düşlerdir (edğâsü ehlâm’dır). Hayır, onu kendisi uydurdu; hayır, o bir şairdir. Eğer böyle değilse, önceki peygamberlerin (mucizelerle) gönderildikleri gibi o da bize bir mucize getirsin” dediler.” (Enbiyâ 21/5)

Kur’an o zamaki müşriklerin kendisi hakkında başka iftiralarda da bulunduklarını haber veriyor.

“Ey Muhammed! De ki: “Ruhu’l-Kudüs (Cebrail), inananların inançlarını sağlamlaştırmak, müslümanlara doğru yolu göstermek ve onlara bir müjde olmak üzere Kur’an’ı Rabbinden hak olarak indirdi.”

Andolsun ki biz onların, “Kur’an’ı ona bir insan öğretiyor” dediklerini biliyoruz. İma ettikleri kimsenin dili yabancıdır. Bu Kur’an ise gayet açık bir Arapça’dır.” (Nahl 16/102-103)

İnkârcılar demek istediler ki, “Kur’an’ı Muhammed’e rûhu’l-kudüs getirmiyor. Bilakis bunu ona bir kişi öğretiyor.” Mekkeli müşrikler kendi aralarında yaşayan Muhammed’in (sav) risâleti ilan etmeden önce kimseden açık veya gizli ders almadığını biliyorlardı. Kur’an’ı birinden öğrendi deselerdi tutmayacaktı. Eğitim görmeyen, okuma yazma bilmeyen birisini böyle söz şâheseri böyle bir kitapa yazabileceğini akıl kabul etmez. O zaman “ona birisi öğretiyor” dediler.

Allah (cc) gönderiyor demek yerine böyle bir iddiayı tercih ettiler. Tabi arkasından da “ona birisi bir şeyler öğretiyor, o da bunları Allah sözü diye satıyor” deyip alay ediyorlardı.

Rivâyete göre Âmir b. Hadramî’nin Mekke’de Cevrâ veya Yeiyş adında rum bir kölesi varmış. Hırıstiyan imiş ve okuma yazma biliyormuş. Allah’ın Rasûlü onu da meclisine alır, onunla konuşurmuş. Müşrikler buna kızdıkları için, Muhammed’e o öğretiyor deyip alay ederlermiş.

Ya da Huveytıb b. Abdu’l-Uzza’nın kölesi Abisâ’nın kitapları varmış. Müslüman olunca müşrikler “işte Muhammed’e bu adam öğretiyor” demişler. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 5/260)

Bir başka rivâyete göre Mekke’de kılıç ustası Cebra ve Yesarâ adında iki hırıstiyan rum varmış. Tevrat ve İncil okurlarmış. Rasûlüllah da onlara uğrar, okudukları zaman dinlermiş. (Suyûtî, Esbâbu’n-Nüzûl, s: 246)

İbni Abbas’tan gelen zayıf bir rivâyete göre Mekke’de anadili Arapça olmayan Bel’am adlı bir köle varmış. Müşrikler Rasûlüllah’ın onun yanına girdiğini gördüler. Arkasından da “ona bu dediklerini olsa olsa bu Bel’am öğretiyor” demişler. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 7/648)

Sonuç olarak Kur’an’ın davetinden yüz çeviren müşrikler, acemi bir öğrenci veya başkasının yaptığını kendine mal eden bir aldatıcı gibi göstermek için, “ona bir insan öğretiyor” şüphesini ortaya attılar. Bununla davetin aleyhine propaganda yapmaya çalıştılar.

Son asılrada bazı hırıtiyan yazarlar da “Muhammed dinini hırıstiyanlıktan aldı” şeklinde iddia ediyorlar. Ayet müşriklerin ve böylelerinin iiddilarını reddediyor. Kur’an Arapça olarak Allah’ın Muhammed’e vahyettiği ilâhi kitaptır. Asla insan sözü, eseri değildir. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 5/260)

Kur’an’ın Allah’tan geldiğini kabul etmeyen müşriklere, inkârcılara ve Kur’an’ı Muhammed yazdı veya bir yerlerden aldı diyenlere o şöyle meydan okuyor:

“Yoksa onu (Muhammed kendisi) uydurdu mu diyorlar? De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi siz de onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka, çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın.” (Yûnus 10/38. Bir benzeri: Hûd 11/13

“Biz bir âyeti değiştirip yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indireceğini gayet iyi bilir- onlar Peygamber’e, “Sen ancak uyduruyorsun” derler. Hayır, onların çoğu bilmezler.” (Nahl 16/101)

“İnkâr edenler, “Bu Kur’an, Muhammed’in uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da bu konuda ona yardım etmiştir” dediler. Böylece onlar haksız ve asılsız bir söz uydurdular. (Furkân 25/4. Bir benzeri: Secde 32/3. Sebe’ 34/8)

“Yoksa, “Onu uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Eğer ben onu uydurmuşsam, Allah’tan gelecek olana (cezaya) karşı siz benim için hiçbir şey yapamazsınız. O, sizin, hakkında (düşüncesizce) yaygara kopardığınız şeyi daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda şâhit olarak O yeter! O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Ahkâf 46/8. Bir benzeri: Şûrâ 42/24

 

Hüseyin K. Ece

12.02.2022

Zaandam