Kur’an, azgınlığı, kibirlenmeyi ve haddi aşmayı bir de ‘utüvv kelimesi ile anlatıyor.

Bu kelime fiil olarak 5 âyette, bundan türeyen ‘utüvven olarak 2 âyette, ‘ıtiyya olarak 2 âyette, ‘âtiyeh olarak da bir âyette var.

Bunun aslı ‘a-te-ye fiilidir. Bu da; isyan etmek, itaatten çekinip uzak durmak, kibirlenmek, haddi aşmak demektir. (Bir hadis rivâyetinde bu anlamda geçiyor: Bkz: Buhârî, Hudud/4 no: 6779)

Bu kökten el-‘utâ; isyan, ‘âti;  cebbar, cebir uygulayan (zalim), ya da canu gönülde fesada dalan ve bu konuda öğüt dinlemeyen,

‘ıtiyyâ’; azgın, ya da yaşlılıkta düzelmesine ve tedavi olmasına imkan olmayan bir hâle ulaşmak...  Bir açıklamaya göre ‘ıtiyyâ’; eğitilip terbiye edilmeye imkanın olmadığı bir duruma ulaşmak...

Yine aynı kökten gelen ‘âtiyeh; azgın tabiat kuvvetini anlatır. Şiddetli, kasıp kavuran rüzgâr, fırtına  demektir. “Âd kavmine gelince, onlar da uğultulu ve kasıp kavuran (‘âtiyeh) bir rüzgârla helâk edildi.” (Hâkka 69/6

Buna göre el-‘utüvv; kibirlenmek (böbürlenmek) ve zorbalık demektir.  (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 10/32. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 482)

‘Utüvv kelimesinin iki yönlü anlamı olduğunu görüyoruz. Şöyle ifade etmek mümkün:

Birincisi; böbürlenmek, haddi aşmak, aşırı derecede kibirli, ahlâksız ya da hakkı kabul etmekte şüpheci olmak, baş kaldırmak, hakka itaate gönülsüz olmak,

İkincisi; çok yaşlanmak, düşkünlük hâlinde olmak, yaşlılığın son haddine gelmek. Bir âyette bu anlamda geçiyor.

“Zekeriyyâ, “Rabbim!” dedi. “Karım kısır olduğu, ben de ihtiyarlığın son sınırına (‘ıtiyyâ) vardığım hâlde, benim nasıl oğlum olabilir?” (Meryem 19/8)

‘Itiyyâ’nın bir âyette kök anlamından hareketle isyan, itaatten ayrılma anlamında kullanıldığını görüyoruz.

“Sonra her bir topluluktan, Rahman’a karşı en isyankâr olanları mutlaka çekip çıkaracağız.” (Meryem 19/69)

-Kur’an’da ‘utüvv

Allah (st) Semud kavmine Sâlih’i (as) elçi olarak gönderdi. Sâlih onlara; “Ey kavmim yalnızca Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Size Allah’tan apaçık bir delil geldi. Allah’ın devesi size gönderilen bir âyettir (mu’cizedir). Bırakın onu Allah’a ait yeryüzünde yaşasın (yesin-içsin). Sakın ona kötülükle ilişmeyin, aksi halde size bir azap yakalar” dedi. Arkasından da Allah’ın onlara verdiği nimetleri hatırlattı. Onların yapması gereken şey de bu nimetleri Veren’i hatırlamak ve yeryüzünde fesat çıkarmamaktı.

Ancak Semud kavminin kibirli ileri gelenleri zayıf gördükleri mü’minlere; “Siz, Sâlih’in gerçekten Allah tarafından gönderilen bir elçi olduğuna inanıyor musunuz?” dediler. Onlar da ‘evet’ diye cevap verdiler. Ama onlar; “biz sizin inanadığınızı inkar ediyoruz” dediler.

Tabi bununla da kalmadılar. Kur’an onların bu kabalığını, azgınlığını şöyle anlatıyor:

“Derken, o deveyi hunharca öldürdüler (‘akarû), böylece Rablerinin emrinden dışarı çıktılar (‘atev) ve “Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerden isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir!” dediler. (A’raf 7/77)

Bir de Allah’ın elçisine meydan okudular.

(Âyette geçen “‘akara’ fiili, boğazlamadan önce kaçmasın diye hayvanın “bacaklarını kırmak, diz eklemlerini kesmek, koparmak” anlamına geliyor. Bu hunhar âdet İslam öncesi Arapları arasında yaygındı.” Esed, M. Kur’an Mesajı, âyet açıklaması)

Semud kavminin bu azgınlığı Zariyât’ta şöyle özetleniyor:

“Semud kavminde de (ibretler vardır.) Onlara; bir süreye kadar faydalanın, denmişti. Rab'lerinin emrine karşı geldiler (fe ‘atevv). Bunun üzerine bakınırlarken onları bir yıldırım çarptı. Ayağa kalkacak güçleri kalmamış, yardım edenleri de olmamıştı.” (Zariyât 51/43-45)

Semud kavmi kendilerine Sâlih gibi bir elçi gönderilmesine rağmen bu ilâhi lütuftan faydalanamadılar. Üsttelik Allah’ın emrine karşı kibirlenerek isyan ettiler. “Sakın ilişmeyin” denildiği hâlde korkmaksızın deveyi katlettiler. Bunun üzerine hak ettikleri azap onları kuşatıverdi. 

Kur’an, gurur ve kibire kapılarak hak daveti kabul etmeyen, hatta onunla mücadele eden zorbalara ‘müstekbir’, onların zayıf görüp küçümsedikleri, baskı altına almaya çalıştıkları kimselere de ‘müstez’af’ diyor. Salih kavminin müstekbirleri hem onu, hem de ona inananları müstez’af, bir anlamda aşağı tabaka sayıp küçümsediler, Hak dine tabi olmayı küstahça reddettiler. Sonunda azgınlıkla mu’cize deveye kıydılar. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/432)

Kur’an, Allah’ın koyduğu kuralı çiğnemeyi yoldan çıkmak ve zulmetmek olarak niteliyor. Tarihte İsrailoğulları bu hatayı yaptılar. Allah’ın yasağını kurnazlıkla, küstahça çiğnediler ve cezayı hak ettiler.

“Onlar kendilerine hatırlatılanı unutunca, biz de kötülükten alıkoymaya çalışanları kurtardık. Zulmedenleri yoldan çıkmaları sebebiyle, şiddetli bir azapla yakaladık.

Kibirlenip de (‘atev) kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara: Aşağılık maymunlar olun! dedik.  (A’raf 7/166) (Bu âyeti başka bir yazıda ele alalım)

İnsanlardan bazıları iman etmemek, sorumluluk almamak, âhiret gerçeğinden kaçmak için çeşitli bahaneler uydururlar. Hem de azgınlaşarak, hem de böbürlenerek...

Uydurdukları bahanelerden bir tanesi de, melekler gelmeli ve elçinin dediklerinin doğru olup olmadığına şâhitlik etmeli... Ama aslında onların hak davetten yüz çevirmelerinin sebebi ‘utüvv-küstahlık ve şüpheciliktir.

“Bizimle karşılaşmayı ummayanlar: Bize ya melekler indirilmeliydi ya da Rabbimizi görmeliydik, dediler.

Andolsun ki onlar kendileri hakkında kibire kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir (‘atev ‘utüvven kebîrâ).” (Furkan 25/21)

Âyetler öncelikle Mekkeli müşriklerin haksız kibirlerini ifşa ediyor. Bununla beraber hak davete ve hak dine karşı çıkmayı kendilerine dava edinenlerin inkâr psikolojisini haber veriyor. Takip eden âyette “bize gelmeliydi dedikleri” melekleri âhirette görecekler. Ama bu onlara fayda sağlamayacak. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 4/134)

Âyette geçen ‘likâ’ bir şey ile buluşmak, şartsız bir şeye kavuşmak demektir. Allah ile likâ etmek; kıyâmet günü hesap vermek üzere Allah’ın huzuruna çıkmak demektir. Bazı insanlar, yenide dirileceklerine,  bu şekilde Allah’ın huzuruna çıkacaklarıan, hesap vereceklerine inanmazlar.

Ya da O’nunla karşılaşmaya yüzü olmayan, âhiret yok deyip kurtulmaya çalışır. 

Âyet aynı zamanda böyle kimselerin Allah’tan korkmadıklarını da söylemiş oluyor. Bunlar Vahyin daveti karşısında haddi aşarlar, ona tabi olmaktan yüksünerek yüz çevirirler. Kendilerini peygamberden daha üstün görürler.

Böylece kibirli davranırlar, azgınlık yaparlar, isyan ederler. Pek çok delile, âyete (mu’cize ve belgeye) rağmen bu hatayı yaparlar. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 6/62)

Cezaya çarptırılan belde ahalisinin azgınlığı bir de ‘utüvv fiili ile anlatılıyor: “Rabbinin ve O'nun elçilerinin emrinden uzaklaşıp azmış (‘atet) nice karyeler (ülkeler, beldeler, kentler, medeniyetler) vardır ki, biz onları çetin bir hesaba çekmiş ve onları görülmemiş azaba çarptırmışızdır.” (Talak 65/8)

Âyette geçen karye bir medeniyet merkezi olan şehir, belde, hatta şehirlerin meydana getirdiği memleket/şehir halkı, kavim demektir. Zira Allah’ın emrine karşı isyan etmek, mekanın değil, mekanlarda bulunanların işidir. Onların azgınlıkları sebebiyle beldelerinin de harap olduğuna işaret etmek için ‘karye’ denmiştir.

Azgınlılık, dik başlılık, isyan demek olan ‘utüvv’den; bir hatırlatma, unutulmaması gereken bir öğüt, uyarı ve nasihat edici olarak söz konusu edildi. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 8/125)

İnsanların kuşları gökte tutan Rahman olan Yaratıcı Kudret’ten başka yardımcıları, orduları, taraftarları yoktur. Bunu görmemek gaflettir, aldanmadır.

“(Düşünün bakalım) Allah size verdiği rızkı kesiverse, size rızık verebilecek olan kimdir? Hayır onlar azgınlık (‘utüvv) ve nefretle direnip durmaktadırlar.” (Mülk 69/20)

Uydurma ilâhlar insanlara hiç bir şey veremezler, bir menfeat sağlayamazlar. Yağmuru kim yağdırabilir, suları kim akıtabilir, Güneşi, Ayı, yıldızları kim ışık kaynağı yapabilir. Yerden kim çeşit çeşit besin kayanağı çıkarabilir?

Bu gerçeklere rağmen inkârcılar Haktan azgınlık edip, böbürlenip, küstahça, inatla kaçmakta ve bunu ısrarla sürdürmektedirler.

“Rasûlullah (sav) buyurdu: “... Şu kul ne kötü bir kuldur ki cebbarlık ve azgınlık (ı’teda) yapar ama en Yüce el-Cebbâr’ı unutur...” (Tirmizî, Kıyâmet/17 no: 2448)

Hüseyin K. Ece

19.11.2023

Zaandam