Dâr’ kelimesi, dönüp dolaşıp hareket edilen noktaya gelmek fiilinden türemiş; konak, mesken, şehir, belde, vatan, ülke, mekan gibi manalara gelir.

Kur’an’da da bir kaç anlamda kullanılmaktadır. Kur’an ölümden sonraki hayata ‘dâru’l âhira-ahiret yurdu’ (2/94. 6/32. 12/109. 33/29),

Cennet’e 'dâru’s selâm-selâm yurdu’ (6/127. 10/25), ‘akıbetu’d dâr-ukbe’d dâr-eninde sonunda gidilecek yer’ (6/135. 13/22, 24, 42. 28 /37),

‘dâru’l mukame, dâru’l karar-devamlı kalınacak yer’ (35/35. 40/39),

Cehennem’e, ‘dâru’s sûd-yurdun kötüsü (13/25), ‘dâru’l bevâr-mahvolma yeri’ (13/28) demektedir.

Dâr’ kelimesi İslâm kültüründe de geniş bir kullanım alanına sahiptir. ‘Dâru’l hadis’ hadis yurdu, hadis öğretilen yer, ‘dâru’l hikme’ felsefe evi, ‘dâru’l fünûn’ ilimler yurdu (üniversite), ‘dâru’l eytam-dâru’ş şafaka’ yetimler yurdu gibi.

İslâm hukukunda ülkelerin hukukí durumlarını ve müslümanların yönetiminde olup olmadıklarını nitelemek üzere ‘dâr’ kelimesi kullanılmıştır. Ülkelere ‘dâru’l islâm’, ‘dâru’l harb’, ‘dâru’s sulh’, ‘dâru’l eman’, ‘dâru’l ahd’ gibi isimler verilmiştir.

Konumuz açısından ilk üçünü kısaca açıklamakta fayda var.

Dâru’l islâm’; Müslümanların hakimiyeti altında bulunan, ya da müslümanların serbest oyu ile seçilen imamın (devlet başkanının) hüküm ve yönetiminde olan ve islâm hukukunun siyasí sistem olarak uygulandığı ülke.  

Dâru’l harb’; kelime anlamı savaş ülkesi demektir.  Bu bir hukuk terimidir ve bir ülkede İslâm hukukunun uygulanmadığını, o ülkenin müslümanların hakimiyetinde olmadığını ifade eder. Buna göre ‘daru’l harb’ hukuk düzeni İslâmí esaslara uymayan bütün ülkelerdir.

Dâru’l harb’ kavramında ilk bakışta, müslümanlarla diğer insanlar arasında  her zaman fiilií savaş varmış gibi görünse de durum böyle değildir. Bu kavram sürekli savaş halini değil; gayri müslimlerin yaşadığı ülkelerin hukukí durumlarını ifade etmektedir.

Kaldı ki İslâm hukukuna göre insanlarla ve ülkelerde ilişkiler ‘selâm-barış’ esasına dayanmalıdır. Savaş arizí bir durumdur ve müslümanların -mecbur kalmadıkça- savaşa sebep olmaları caiz değildir.

Ülkelerin bu şekilde adlandırılmalarını özel sebebi vardır. İslâm, insanlara nefis, din, mal, can ve nesil emniyetini garanti eder. Gayri müslimlerin yönetiminde olan ülkelerde ise bu haklar her zaman garanti edilemezler. Böyle yerlerde barış hali sürekli olmayabilir, her an savaş veya hakların ihlali gündeme gelebilir.

Dâru’s Sulh’; Bir devlet veya belde müslümanlarla anlaşma imzalarsa orası ‘dâru’s sulh-barış ülkesi’ olur. Bu anlaşma ister müslümanların hukuken bağlı olduğu otoriteler tarafından yapılmış olsun, isterse kişilerin kendileri yapmış olsunlar; farketmez.

Hollanda’da veya gayri müslimlerin çoğunlukta olduğu ülkelerde yaşayan müslümanlar olarak İslâm hukukundaki bu teknik kavramlara yeniden bakmak, onları yeniden tanımlamak zorundayız. Bu kavramlar bugünkü konumumuzu anlatmaya yeter mi? Tarihteki şartlara göre doğmuş ve bir anlam kazanmış bu kavramları aynen kullanabilir miyiz? Ya da bunları bu günkü şartlara nasıl taşıyabiliriz? Bu tanımları aynen uyguladığımız zaman sorunlarımızı çözmüş olabilir miyiz? Yoksa problemlerimizi daha artırır mıyız?

Mesela, Hollanda gibi ülkelere İslâm hukukundaki  -kelime anlamıyla- ‘dâru’l harb’ diyen bir müslümanın, bu gibi yerlerde gayri müslimlerle kumar oynamasına, faiz alıp-vermesine, onların mallarını gasbetmesine, onlara zarar vermesine caiz diyebilir miyiz? Zira müslümanlar gayri müslimlerle savaş halinde iseler, bu gibi şeyler bazı müctehitlere göre caizdir. Zaten karşı taraf müslümanlara aynı şeyi yapmaktadır. Çünkü bu savaş durumudur ve savaşlarda çoğu zaman barış zamanının şartlarına uyulmaz.

Ancak Hollanda’da yaşayan müslümanlar çevrelerindeki insanlarla savaş yapmıyorlar. Yani fiilí bir savaş söz konusu değildir. Müslümanlar buraya ya mülteci olarak, ya anlaşmalı işci olarak, ya öğrenci olarak geldiler. Bir kısmı ise burada doğmuştur. Dikkat edilirse bütün bu geliş şekillerinde bir hukuk, bir anlaşma söz konusudur. İster tek başınıza oturum için müracat ediniz, ister mülteci olarak kabul edilmenizi bekleyiniz, isterseniz sizin hukukí açıdan bağlı olduğu siyasí otorite (Türkler için Türkiye Devleti), sizin adınıza bu ülke yetkilileriyle burada yaşamanız, çalışabilmeniz veya okuyabilmeniz için anlaşma yapmış olsun; ortada her iki tarafı da bağlayan bir anlaşma vardır.

Şüphesiz ki bu iki taraf arasındaki anlaşma bağlayıcıdır. Anlaşmaların maddeleri çoğu zaman görünmese de anlaşmaya göre her iki taraf ta bazı hak ve sorumluluk sahibidir. Ya da belli konularda bir takım yükümlülükler altına girilmiştir. Söz gelimi, burada yaşayabilmek üzere ‘oturum hakkına’ müracaat edenler veya bu hakkı elde edenler, bu ülkedeki geçerli kamu düzenine, yani insanların haklarına saygı göstermeye, toplumsal düzeni bozacak suçlardan uzak durmaya, her vatandaş gibi gerekirse vergi vermeye, trafik kurallarına uymaya ve buna benzer görevleri yapmaya söz vermiş olur. Bunun karşılığında da bu ülke kanunlarının vatandaşlarına tanıdığı can güvenliği, inanma, inandığı gibi yaşama, seyehat, konuşma, haberleşme, tahsil, çalışma ve mülkiyet edinme, toplumsal hayata kendi kimliği ile katılma, eşit fırsatlardan eşit şekilde yararlanma hakkına sahip olurlar.

Bu, toplumsal ve bireysel temeli olan karşılıklı bir sözleşmedir. Oturum veren otorite ve onu hak eden bu sözleşmeye uyduğu müddetçe sorun yoktur. Ancak bir taraf sözleşmeye aykırı hareket ederse, diğer tarafın hak arama, tenkit, hak mahrumiyeti cezası verme hakkı olur. Mesela, oturum veren otorite bir müslümana kendi inancına zıt bir hayatı, anlayışı veya bir davranışı zorlarsa, ya da elinde diploması olduğu halde aynı şartlarda yerliyi işe alırsa; bu, anlaşmalara ve prensiplere aykırıdır. Oturum hakkını eline alan da hâlâ burası ‘dâru’l harp’tir, ben dilediğime dilediğim zararı veririm, domuzdan her kopardığım kıl kârdır diyemez.

Müslümanlar, her şeyden önce doğru insanlardır. Başkalarına hangi şekilde olursa olsun zarar vermeleri caiz değildir. Yaptıkları anlaşmalara uyarlar, verdikleri sözde dururlar. Kimseyi aldatmazlar, geçici dünya çıkarı için insanın seviyesini düşüren davranışları yapmazlar. İslâm’ın hükümleri her yerde geçerlidir. Ülke farklılığı bazı şeyleri haram veya helâl yapmaz. Bilirler ki müslüman aynı zamanda İslâm’ın temsilcisidir. İyi davranışlar gösterirse başkalarının İslâm ve müslümanlar hakkındaki kanaatleri olumlu olacaktır.

Bir toplum hayatını beraber paylaşıyoruz. Öyleyse haklar ve yükümlülükler karşılıklı olmalıdır. Tek taraflı bir hak isteği, karşılığında bir görev yerine getirilmeden kolay kolay elde edilmez.

Bugün gelişen hayat şartları insanların başka beldeler gitmelerine, doğdukları yerlerden uzaklarda yaşamalarına sebep oluyor. Dünya giderek büyük bir köy halini alıyor. Bir ülkede olan ekonomik, siyasi veya kültürel bir olay bir başka ülkeyi ve toplumları ilgilendiriyor. Sınırlar ya kalkıyor, ya da anlamsızlaşıyor.  Böyle bir gerçeklik karşısında asırlar önceki konjöktüre göre gelişen ve o günün şartlarında anlamlı ve gerekli olan tanımlar, bizim konumumuzu açıklamakta yetersiz kalıyor.

Bilindiği gibi toprak tek başına bir şey ifade etmez. O suyla birleşirse maddi hayata, insanla birleşirse beşerí hayata, imanla birleşirse manevi hayata mekan olur. Bu bakımdan İslâm, insanlardaki toprağa aşırı bağlılık hurafesini yıkarak, insanları ve hayvanları doyuran ve tabiat bilimlerinin konusu olan ‘vatan’ anlayışını değiştirmiş, onun yerine insanın insanca, inancını hür bir şekilde yaşayabileceği, kendini güvenlikte hissettiği ‘dâr’ anlayışını getirdi.

Peygamberimiz (sav) ve Mekkeli müslümanlar, tebliğ görevini yerine getiremediklerinden ve İslâm’ı rahatça yaşayamadıklarından çok sevdikleri Mekke’den ayrıldılar ve İslâm’ı hayata hakim kıldıkları Medine’yi yurt edindiler. Bu tavır, ‘vatan’ anlayışlarına açıklık getirmektedir.

İslâm, barış, teslimiyet ve selamette olma, kurtulma demektir. Müslümanlar, hayatlarına İslâmı hakim kılarak, evlerini, kurumlarını, yaşadıkları yerleri âdeta ‘selâm-barış’ yurdu bilirler. Onlar, teorik tartışmalar üzerinde fazla zaman harcamadan, yaşadıkları çevreleri ‘dâru’s selâm’ yapabilmenin çabasını göstermek durumundadırlar. Hollanda gibi ülkeleri ‘dâru’l harb’ kabul ederek, çevremizdeki insanları ‘ötekiler’ saymanın, onlara hep şüpheli gözlerle bakmanın, onları potansiyel hasım bilmenin bir faydası olmadığı gibi, bir mantığı da yoktur.

Herkes bilir ki güzel davranan, ürettiği güzellikleri başkalarıyla paylaşan, başkalarını da hesaba katarak yaşayan, ya da kendisi için istediğini başkaları için de isteyenlerin, elinden ve dilinden kimsenin zarar görmediği kişilerin sevenleri çok, hasımları ise az olur veya hiç olmaz. 

Bütün bunlardan sonra biz Hollanda gibi gayri müslimlerin yönetiminde olan ülkeleri müslümanlar hakkında ‘dâru’l harb’ olarak nitelemenin isabetli olmayacağını düşünüyoruz. Böyle ülkeler bizim için ‘dâru’s sulh’, yani anlaşmalı ülke, barış içerisinde yaşayabileceğimiz beldedir. Maamafih, terim anlamı yönünden, yani İslâmí ahkâmın uygulanmaması yönünden,

böyle ülkeler ‘dâru’l harb’tir. Ancak bu değerlendirme pratikte terim anlamından uzaklaştırırlıyor ve sözlük anlamıyla kullanılıyor. Üstelik bu tanım, pek çok olumsuz düşünceleri çağrıştırıyor. Bu nedenle kullanılmaması daha uygundur.

Hüseyin K. Ece

14/2/2000

 Zaandam