Hiç kimsenin dili veya rengi diğerinden daha üstün, daha değerli veya daha kutsal değildir.

Bir kimsenin kendi rengini ve biçimini seçme imkanı olmadığı gibi hangi anadan dünyaya geleceğini de seçemez. Bütün bunlar Yüce Yaratıcının takdiridir.

         Kur’an-ı Kerim diller ve insan tipleri hakkında şöyle diyor:

         “Yine O’nun âyetlerindendir göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir topluluk için âyetler (işaretler) vardır.” (30 Rûm/22)

         Yeryüzünde ne kadar dil, ne kadar ırk, ya da ne kadar insan çeşidi varsa; hepsi de yüce Yaratıcı’ın birer âyeti, hepsi de O’nun büyüklüğünün ve kudretinin açık belgeleridir.

         Bu ontolojik bir gerçektir;  zamana ve coğrafyaya göre değişmez. Diller, renkler, soylar ve ırklar arasında ayrım, yani birinin diğerinden daha üstün olduğu anlayışı; hem ahlâkí bir düşüklüktür, hem de kevní (ontolojik) gerçeklere terstir. 

         İnsanlar arasında bir anlaşma aracı olan dillerin hiç birisi kutsal da değildir. Hiç bir hakkında Yüce Yaratıcı özel bir işaret göndermediği gibi, hiç biri hakkında âyet indirmemiştir. ‘Cennet ehlinin dili Arapçadır’ sözü ise birileri tarafından tedavüle sürülen ve insanlar arasında yaygın hale gelen bir iddiadır. 

         İnsan öncelikle annesinden, sonra da aile çevresinden anadilini öğrenir. Önce anne çocuğuyla, o dil aracılığıyla anlaşır. Anadilinin ilk aşamasında kelime ve cümle yoktur. Anne çocuğuyla; bazen yürek diliyle, bazen göz diliyle, bazen beden diliyle ve bazen de duygularıyla konuşur. Aslında anadilinin ilk temeli budur. Bu dili siz hiç bir zaman gramer veya tekniğin kalıplara dökemezsiniz. Bu dil anne ile çocuk arasındaki tabii bir iletişimdir.

         Çocuk büyüdükçe ve dili döndükçe, annenin yüreğindeki, yüzündeki ya da duygularındaki dil hece, kelime ve cümle olur. Çocuk anneden öğrendiği kelimeleri heceler. Onları anneden aldığı kadar tanır. Onları önce annesiyle anlaşmak için kullanır.

         Anadil denilen olgu böyle şekillenir. Bu yolla gelişir. Çocuğun çevresiyle anlaşma aracı bu şekilde ortaya çıkar. Her çocuk annesinden; önce işaret ve duygu olarak, sonra da kelime ve ifade olarak aldığı bu dille konuşur. Onunla hayatı ve eşyayı tanımaya başlar. Onunla bazı şeyleri algılar. O dille çevresindekilere anlam vermeye çalışır. Elbette bu dile babaların ve diğer çevre faktörlerinin de etkisi olur. Bu gerçek bütün diller için geçerlidir.

         Günümüzde bazen insanlar, bazen sistemler, bazen de insanlara hitap eden eğitim kurumları, ya da medya bu tabii olaya müdahele etmeye çalışırlar.

         Ancak şurası da bir gerçektir herhangi bir dil, o dili konuşanlar tarafından medeniyet ve kültür ve edebiyat üreterek zenginleştirilir, başka kuşaklara ürettikleri bu ürünlerini ancak anadilleri ile aktarabilirler. Yazılmayan, kayıt altına alınmayan, kültür ve medeniyet taşıyıcısı olarak kullanılmayan diller zayıflamaya ve kaybolmaya mahkumdurlar.

         Diller bir toplumun anlaşma aracı olmasından da öte, o toplumun kimliği, tarihi, uygarlığı, varlığının ifadesi, manevi zenginliğidir. Dilini unutan, ya da onu yaşatacak eserlere dönüştüremeyen kişi ve toplumlar başka baskın kültürlerin etkisine girerler. Başka dillerle ifade edilen kültürle, bilgilerle ve dünya görüşleriyle karşılaşırlar. Onları konuşa konuşa, onları duya duya onlara alışırlar ve giderek benimserler.

         Kendi ana diliyle anlatılan kültür, edebiyat, bilgi ve düşüncelerden uzak kalanlar da aynı duruma düşerler. Kendi ana diline yabancı kaldıkça, o dili konuşanların dünyasına, geleneğine ve değerlerine uzak kalırlar. O dille anlatılan her türlü edebiyat ve kültür zenginliklerine yabancılaşırlar. Sonra da kendi toplumunda fazla bir şey olmadığını zannedip üstünlüğü hep başkalarında ararlar. Bu durum kendini aşağı görme, kaybolma, çözülme ve zayıflamadır. Halbuki hayatın ve olayların hızlı akışında insana güç veren kişinin sahip olduğu değerler ve aidiyet fikridir. Kişi aid olduğu kimliğine yabancı kalırsa pek çok imkanı birden kaybeder. Bu imkanlardan biri de kişinin ana dilidir.

         İnsan duygularını, isteklerini, düşüncelerini, meramını, sevgisini ve kahrını en güzel şekilde kendi diliyle anlatabilir. Bazen bir atasözünün, bir deyimin, bir içli türkünün, bir şakanın, ya da bir şiirin dile getirdiğini ne ile anlatabilirsiniz? Başka dillerdeki hangi kelime ve cümle sizin fikirlerinizin, hasretinizin, acınızın, kederinizin veya öfkenizin tercümanı olabilir?  Kendi insanınızı, o insanın dünyasını, dedenizin-ninenizin sahip olduğu o geniş irfanı, o engin hayat tecrübesini, o hissedilip te anlatılamayan duygularını ve zengin söz dünyasını hangi yabancı dille anlayabilir veya anlatabilirsiniz?

         Bir zamanlar Güney Amerikalı, Nobel edebiyat ödülü sahibi romancı Gabriel Marguez ile (Borges de olabilir) yapılmış bir söyleşi okumuştum. O iyi derece de İngilizce bilmektedir. Ancak bütün eserlerini İspanyolca yazmaktadır. Hatırladığım kadarıyla kendisine şöyle soruluyor: Niçin İngilizce yazmıyorsunuz? Halbuki İngilizce yazsanız eserleriniz dünyanın her tarafına daha çabuk yayılır ve daha çok okuyucu kazanırsınız. O şöyle cevap verdi: “İyi İngilizce bildiğim doğrudur. Ama ben İspanyolca düşünüyorum. İspalyolca düşündüğüm bir şeyi bir başka dille anlatamam ki. İspanyolca benim anadilim ve ben kendimi ancak onunla ifade edebilirim.”

         İşte gerçek böyle. Sömürgecilerin işgal ettikleri ülkelerin okullarında veya devlet dairelerinde kendi dillerini mecbur tutmalarının sebebini iyi anlamak gerekir. Bugün kendi dili başkalarıyla anlaşmasını sağladığı halde onu bırakanlar, yarın korkulur ki o dillerin temsil ettiği kültür ve uygarlığı benimserler, kendilerine ve aralarından çıkıp geldikleri toplumlarına yabancılaşırlar. Kendine yabancılaşan, dolaysıyla kendini değersiz hale getirenlere de başkalarının değer vermesini beklemek boştur.

         Başka diller zengin olabilir, tekniğin dili, çağdaş uygarlığın taşıyıcısı olabilir. Hatta bugünkü şartların gereği o dillerden birini konuşmak zorunda kalabilirsiniz. Ama hangisi ağzınızda annenizin ak sütü gibi durabilir, hangisi ananızın ak sütünün verdiği tadı verebilir? Şair; ‘Türkçe ağzımda annemin ak sütü gibidir’ dememiş miydi?

         Dilimiz Türkçe bir edebiyat, kültür ve medeniyet dilidir. Uzun bir tarihi geçmişi vardır. Çok zengin bir litaratüre ve kültürel arka plana sahiptir. Biz onunla kendimiz ifade ediyoruz, biz onunla kendi insanımızla anlaşabiliyoruz, biz onunla kimliğimiz var diyebiliyoruz.

         Bundan dolayı Türkiye’de ve Türkiye dışında Türkçenin saf bir şekilde korunmasının, konuşulmasının ve yazı dili olarak ta yaşatılmasının son derece önemli olduğunu söylüyoruz. Anne ve babalara, burada doğup büyüyen çocuklara, kendi aralarında, evlerinde ısrarlı bir şekilde Türkçe konuşmalarını, Türkçe yayınları takip etmelerini, duygularını mümkün olduğu kadar Türkçe ifade etmelerini, Türkçe ile meydana getirilen kültürü tanımalarını tavsiye ediyoruz. Biz, dilini unutan nesillerin asimile olup değersiz bir duruma düşmelerinden ve babalarının geldikleri yerlerle ilgilerinin kesileceğinden endişe ediyoruz.

 

Hüseyin K. Ece

2001