Bilindiği gibi Hollanda’da 22 Kasım 2006 tarihinde erken genel seçimler gerçekleşti.

Seçimler üzerinde can sıkacak kadar çok tartışmalar, değerlendirmeler, analizler yapıldı. Bunlar o kadar çoktu ki, artık –eskilerin deyişi ile- gına getirdi.

Ancak seçimle birlikte gözden kaçan bazı şeyler oldu. Onlara temas etmek istiyorum.

Avrupa dışından gelen yabancıları bundan sonra bu ülkeye sokmamaya, bir yolla gelenleri de ne pahasına olursa olsun ülkelerine geri göndermeye and içen bir bakan, partisi içinde en yüksek oyu aldı. Üstelik dedi ki, ‘madem bu kadar oy aldım, demek ki uyguladığım poliktikalar beğeniliyor.’ Her ne kadar bu bakanın partisi seçimden yenik ayrılsa da, aynı politikaları uygulayan koalisyonun büyük ortağı yine en büyük parti olarak kaldı.

Bütün yabancıların, özellikle mülümanların bu ülkeyi terketmesi, yeni gelmek isteyenlere kapıların sonsuza kadar kapanmasını savunan, Hollanda’da İslam’ın var oluşunu tsunami felaketine benzeten zihniyet maalesef halk tarafından dokuz üyelikle ödüllendirildi. Tıpkı dört yıl önceki Pim Fortuin gibi kabul gördü. Böyle bir sonuç Hollanda gibi çok kültürlü bir toplum için tehlike çanlarının çaldığı anlamına gelir.

Buna karşın bu politikları tasvip etmeyen bir küçük partinin üçüncülüğe yükselmesi sevindirici. Demek ki bütün Hollandalılar böyle düşünmüyorlar.

Seçim öncesi üç arkadaşımızın adaylıktan apar topar uzaklaştırılması pek çok soru işaretini beraberinde getirdi. ‘Siyah beyaz’, ‘ya herro ya merro’ tipi bir dayatma. “Ermeni soykırımını kabul ediyor musun?” -Bu işi isterseniz tarihçilere bırakalım. Yüzyıllık bir acıyı politikada argüman yapmayalım deseniz de, “Hayır, kabul ediyor musun, etmiyor musun?” -İyi de bu konuda kesin kararı vermek bizim vazifemiz değil ki... “Tamam, kabul etmiyorsun demektir. Öyle ise kapı bu tarafta.”

Olay aşağı yukarı böyle. Fikir hürriyetinin en önemli insan hakkı olduğu iddia edilen bir coğrafyada, bir bilim adamı olarak bile “Ermeni soykırımı olmamıştır” demeniz başınıza iş açabilir.

Theo van Gogh öldürüldükten bir kaç gün önce bir imam camii içerisinde sadece cumaya gelen müslümanlarla zalimler aleyhine dua etti. Birileri casus gibi, kötü niyetli olarak, yani camilerin herkese açık oluşunu istismar ederek, mabedlerin harim-i ismetine tecavüz edercesine camiye giriyor. İmamın konuşmasını gizlice kaydediyor, sonra da yaygarayı basıyor: ‘Falanca imam bizimkilere lanet okudu.’ Medya olayı abartıyor, malum bakan da ‘bu imamı yurtdışı edebilir miyiz?’ diye gerekli yerlere baş vuruyor.

Ama bir parti lideri, İslâmı ve müslümanları nazi almanyasına benzetiyor. Şikayet üzerine ilgili mahkeme, bunun fikir özgürlüğünü olduğunu söyleyip cezai işleme gerek olmadığına hükmediyor.

Yani birilerine, hakaret, sövme, aşağılama hakkı, diğerine duasında bile zalimlere bile lanet etme yasağı... Artık nasıl dua edeceğimize de birileri, karar verecek galiba (!)

Bizim kahraman askerlerimiz, diğer NATO birlikleriyle birlikte, Afganistan’ı yeniden yapılandırmak için (!) habire Taliban öldürüyorlar.

Yani, yeniden yapılanmaya destek kamuflajıyla hasım haline getirdiklerinizi, orada sizi istemeyenleri, ya da sudan sebeplerle halktan insanları kolaylıkla öldüreceksiniz; sonra da şu kadar Taliban öldürdük diyeceksiniz... Gazeteler  de bunu sıradan bir olay gibi yazacak...

Öyle ya, kim size hesap soracak? Zaten öldürdükleriniz, Taliban, yani ABD’nin ve sizin  dilinizde terörist(!).

Sonra da sekizbin sivilin katliamına seyirci kalanlara üstün hizmet madalyası takacaksınız. Zor şartlara şerefli bir görev yaptılar diye (!). Zor şartlarda katliama seyirci kaldılar diye, hatta sebep oldular diye...

Buyurun, anlayabilirseniz anlayın. Bu nasıl bir mantık? Herifçioğlu sebep olduğu katliamı soruşturmuyor; hatta ilgililere madalya veriyor... Arkasından da yüz yıl önce bilmediği bir konuda hüküm verip, soykırım yaygarasını diline doluyor.

Bu kadar da aymazlık olmaz. Pes doğrusu...

Çifte standard bu kadarla kalmıyor ki. Biz hangisini anlatalım, siz hangisini anlatabilirsiniz?

Bir genç anlattı: Amsterdam’da caddede bir Surinamlı ile bir Hollandalının kavga ettiklerini görmüşler. Sebebini bilmiyorlar. Marketin önünden tartışıyorken birden kavgaya tutuşmuşlar. Sonunda çevredekilerle birlikte  onları ayırmışlar. O sırada Hollandalı orta yaşlı bir kadın bisikletle gelmiş. Polise telefon etmiş. Polis gelince telefon eden kadın ilk ifadesinde orada olan yabancıların Hollandalıyı dövdüklerini söylemiş. Bu gencin de adama hem yumruk attığını, hem de tekme vurduğunu eklemiş. Halbuki olayı hiç görmemiş.   

Belli ki polis kadına inanmış. Bereket versin ki Hollandalı kavga eden adam bu gencin ve diğerlerinin kavga etmediğini, sadece ayırmaya çalıştıklarını söylemiş.

Polis kavga eden Surinamlıyı tutuklamış ve kavgacı Hollandalıya da; ‘sen de az sonra falancı karakola ifade vermek için gel’ demiş. Olayı anlatan genç, her ne kadar, ‘kavga eden iki kişi. Kim haklı kim haksız belli değil, ikisini de tutuklamanız gerekmez mi dese de değişen bir şey olmamış.

Seçim öncesi pertilerin vaadlerinin fazla bir anlamı kalmıyor bu olaylar karşısında. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Bu gibi çifte standartlarla karşılaşanlar, haksızlığa, ya da hakarete uğrayanlar, bunun nasıl bir acı verdiğini bilirler.

Seçimlerden bir sol partinin güçlenerek çıkması fazla bir şeyi değiştir mi, hiç sanmıyorum. Yabancılarla ilgili gelişmeler devlet politikasıdır. Partilerin değişmesiyle kolay kolay kökten değişmez.

Ama yine de insan gelecekten daha umutlu olmak istiyor. Herkes için daha yaşanabilir Hollanda? Neden olmasın diyoruz.

Seçim mi? Onu şöyle bir geçin efendim.

Yüreklerde olanlar, yani insanların her gün içlerinde yaptıkları seçimler, belli peryotlarla sandık başına gitmekten daha önemlidir.

Hüseyin K. Ece

Zaandam